27 Nisan 2009 Pazartesi

Nihal Atsiz Belgeseli

Nihal Atsiz Belgeseli



Hayatı ve Fikirleri

Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Atsız' ın ailesi, Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçioğulları, Midi Köyünde 18. asrın sonlarına doğru yakınındaki Edire köyünden göçmüşlerdir..

Çiftçioğulları ailesinin tesbit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmet Ağa'nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi'den, Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa'nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.

Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun' da kalmış ve makina önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir.

Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 - 1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon'lu ölüp ailesi Kadıoğulları namı ile marüfdür.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.

1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

Biyografi

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul Kadıköy'de doğdu.

İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye’ye yazıldı.

Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler

1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur.

Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yeralıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan ,Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır.

1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.

19 Eylül 1932' de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir.Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan'daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir.[kaynak belirtilmeli]

Memuriyet Zamanları

Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya'da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).

Atsız, Edirne'de iken Atsız Mecmuanın devamı mahiyetindeki Aylık Türkçü Dergisi olan Orhun (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9' u yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933’te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.

Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.

Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.

Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.

Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi' ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.

Atsız, Boğaziçi Lisesi'nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.

1944 Irkçılık-Turancılık Davası

Daha çok bilgi için: Irkçılık-Turancılık Davası

II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhunun Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir" diyen devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir açık mektup yayınlamıştır.

Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saraçoğlu'na hitaben ikinci açık mektubunu yayınlayarak Giritli Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel'i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır.

Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944 tarihinde Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiş, ama aynı zamanda Sadrettin Celal Antel de İstanbul Üniversitesi'denki görevinden bakanlık hizmetine alınmıştır.

Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, bu arada Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ankara Musiki Muallim Mektebi öğretmeni Sabahattin Ali'yi Atsız aleyhine hakaret davası açmaya teşvik etti. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edilmiştir.

Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır.

Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali' ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "milli tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir.

Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.

19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık Davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.

Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.

5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır)[kaynak belirtilmeli], 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.

Mahkeme Sonrası Fikirlerini Yayması

Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.

Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.

Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur.

4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi' nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi' ndeki görevine tayin edilmiştir.

31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.

Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.

Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep' e giderken bir işçinin kendisine "idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken in Nisan 1967'de yayınlanan 40, sayısından itibaren "Konuşmalar, 1" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu mitinglerinde perde arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız'a hiç bir suçlamada bulunulmamıştır.

Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış[kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.

Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.

Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötükenin sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i 15'er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.

Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "Cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir.

Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir.

Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın affını istemiştir.

Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir.

22 Ocak 1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan"[kaynak belirtilmeli] Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.

Ölümü

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş , 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.

13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip defnedilmiştir.

Nihal Atsız ve Irkçılık

Nihal Atsız Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanına yanıt olarak 1940 yılında yazdığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığında ırkçı olduğunu şu sözlerle belirtiyordu: Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için - Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum.[2]

Nihal Atsız 4 Mayıs 1941 tarihinde daha sonra sol görüşlü bir gazeteci olacak olan oğlu Yağmur Atsız'a hitaben bir "vasiyet" kaleme almıştır. II. Dünya Savaşı'nın yarattığı gergin ortamda yazılan bu metin özellikle Atsız'a yönelik "ırkçılık" suçlamalarının delili olarak kullanılmaktadır:

"Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!

Nihal Atsız
4 Mayıs 1941

Bu vasiyet aynı zamanda Atsız'ın deyimiyle Türk ırkçılığı ile Nazizm arasındaki farka da işaret etmektedir. Türk ırkçılığının Nazizm'den kaynak aldığını ileri süren anlayışa karşı yazdığı bir yazıda Atsız "Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığını"[3] söyler.

Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner'in kaleme aldığı ve Faris Erkman'ın imzasıyla yayınlanan 'En Büyük Tehlike' broşürüne karşı yazdığı yanıtta Atsız Türk ırkçılığının Alman yanlısı olmak anlamına gelmediğini vurgulayarak şöyle der: Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız."[4]

1952 yılında yazdığı bir makalesinde Türkçülük'ün iki bileşenini soyculuk ve Turancılık olarak tanımlayarak Soyculuk, aynı zamanda bir sağlık koruma meselesidir. Karışmak, daima, üstün olanın aleyhine olduğundan büyük meziyetler sahibi Türklerin, bu meziyetlerden yoksun soylarla karışmaları halinde ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı büyük meziyetleri kaybolmakta, onların yerini diğer soyların iptidai vasıflarından bazıları tutmaktadır[5] der. Başka bir makalesinde de Türkçülük'ün bileşenlerini ırkçılık ve Turancılık olarak tanımlar: "Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır."[6]

Irkçılık-Turancılık davası sırasında da ırkçı olduğunu kabul eden Atsız, kendisinin üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu iddia eden savcıya karşı şöyle diyordu: Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımahal benim baba tarafımdan bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez.[7] Irkçılık-Turancılık davasındaki savunmasını bitirirken şöyle diyordu: Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam, bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.[8] Aynı davada yargılanan Alparslan Türkeş de sorgusunda Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı telkinatta bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum demişti.[9]

Atsız'ın düşüncesinde sosyal-darvinizmin önemli bir yeri vardır. Biyolojik olarak güçlülerin hayatta kaldığını, zayıfların yok olduğunu söyleyen Atsız'a göre milletler arasında da aynı yasa hüküm sürüyordu. Ona göre: "Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır."[10] Bu yüzden ülkücülüğün aynı zamanda saldırgan olması gerektiğini savunan Atsız, aynı zamanda Kemalizm'in "yurtta barış, dünyada barış" politikasına da karşı çıkıyordu. 1944 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: "(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi." [11]

Yine Atsız'a göre ahlakın meydana gelmesinde en önemli neden soydu. Ona göre "bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilirdi".[12] Ona göre "Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri, artık bugün herkesin bildiği bilgiler haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde, Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler, Islav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir."[13] Türkçülere önerdiği "evlenecekleri kızın, sağlık ve soy durumlarına ve bu hususta aşka tutsak olmaya dikkat" etmeleriydi.[14] Türk ahlakı yüceltilmeli, "caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepâzeliği" kaldırılmalı ve tercüme yasalar yerine "millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar" yapılmalıdır[15]. Ayrıca Türklerin kurtuluşu ancak Türk topraklarının başka soylardan arındırılması ile mümkündü. 1952'de "Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız"[16] diyordu.

1934 yılında yazdığı bir makalede Türk milletinin Türk ırkı demek olduğunu şu sözlerle savunur: "Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir... Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir... Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder...Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil’in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yuğurulduğunu biliyor, seziyoruz."[17] Yine Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde yapılan bir yürüyüşü eleştiren kitapçığında sosyologların "Türk Milleti" tanımını eleştirerek şunları söyler: "Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale’yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı “Türk Milleti” (yani içinde kürdünden yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, “TÜRK IRKI” kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi... Ve öyle yaptık..."[18]

Yine Nazım Hikmet'e karşı yazdığı broşüründe "karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardir. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir" diyor ve Nazım Hikmet'in komünist olmasını Türk soyundan olmayışıyla ilişkilendirerek "ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir." diyordu [19]

Bununla birlikte daha sonraki yıllarda Atsız'ın düşüncesinde "Türkleşmiş olmak" mümkündür ve kabul edilebilecek bir durumdur. Ona göre "hemen hemen her soy, başka soylarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir süre sonra melezliği temizler. Fakat, bir soy durmadan başka soylarla karışmakta devam ederse, bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur."[20] Yani Türklerin başka soylarla karışması engellenmelidir. Bununla birlikte bu görüşlerinde zaman içinde bir yumuşama olduğu da düşünülebilir. Nitekim 1952 yılında Türk tarifini yaparken "Türk her şeyden önce, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek ender bazı istisnalar bir yana o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması gerektir"[21] derken 1969 yılında yazdığı bir yazıda Türk'ün tarifini şöyle yapıyordu: "Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur... Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka biri ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir." Dolayısıyla daha önceleri vasiyetinde "iç düşmanlar"[22] olarak tanımladığı farklı ırklardan gelmelerine karşın Mehmet Akif Ersoy ya da Yıldırım Beyazıt da Atsız'a göre Türk sayılmalıydı.


Eserleri

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. Ruh Adam 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. Ruh Adam 'ın devamı olarak Yalnız Adam 'ı yazacağını söylüyordu.[kaynak belirtilmeli] Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi.[kaynak belirtilmeli] Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri Yolların Sonu adı ile kitap halinde basılmıştır.

Romanları

* Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.
* Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.
* Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
* Deli Kurt, İstanbul 1958.
* Z Vitamini, İstanbul 1959.
* Ruh Adam, İstanbul 1972.

Öyküleri

* 'Dönüş', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, sayı.10 (1943)
* 'Şehidlerin duası', Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), Orhun, sayı.12 (1943)
* 'Erkek kız', Atsız Mecmua, sayı.4 (1931)
* 'İki Onbaşı, Galiçiya...1917...', Atsız Mecmua, sayı.6 (1931), Çınaraltı, sayı.67 (1942), Ötüken, sayı.30 (1966)
* 'Her çağın masalı: Boz oğlanla Sarı yılan', Ötüken, sayı.28 (1966)

İran Devleti - Belgesel

Ahmet Kaya Belgesel ( Can Dündar & Aynalar )

Çeçenistan Belgeseli ve Şeyh Şamil



Bediüzzaman Said Nursi Belgesel

Necip Fazıl Kısakürek Belgesel

Mehmet Akif Ersoy ve Istiklal Marsi Belgeseli

Mehmet Akif_Ersoy ve Istiklal Marsi Belgeseli




Mehmet Akif ERSOY'un hayatının resimlerle oluşturulmuş güzel bir özeti.

Mehmet Akif Ersoy'un hayatını slayt olarak bulabilirsiniz.

Mehmet Akif Ersoy'un hayatını slayt olarak bulabilirsiniz.








mehmet akifin yakılan kuran meali

HiCAZ DEMiR YOLU - Sultan Abdulhamit BELGESEL

Filistin Belgeseli




Zeitgeist Belgeseli - Türkçe Altyazılı

İlk kez 2007 yılı Haziran ayında Google Video’da yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz günde 70 bin,ayda yaklaşık 2 Milyon izleyenle internet üzerinde en çok izlenen ve toplamda en çok indirilen film oldu. 15 Mart 2008’de dünya genelinde gösterim günü ilan edildi ve 1800 noktada özel gösterimler düzenlendi. Aynı gün Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi’nde ve Atlas Pasajı Nefes Cafe’de gösterildi. IMDB’de 8.8 puan aldı. Film din, para, ve korku üçgeni içerisinde kıstırılan toplumların nasıl yönlendirildiğini ve büyük planın tekno-totaliter bir Dünya Devleti kurmak olduğunu ileri sürüyor. Zeitgeist’de artık koplo teorisi sınıfından çıkmış ve herkesce doğru kabul edilen 11 Eylül Saldırılarının bizzat Amerika tarafından düzenlendiğini, kredi sistemini, savaş ekonomisini, merkez bankası ve Federal Reserve tarafından nasıl köle bir toplum yaratıldığını anlatıyor



Planet Earth Yeryüzü Belgeseli

Bir insan olarak Hz. Muhammed Belgesel



Maraş Katliami Unutturulanlar ( Belgesel )



Siyasal nedenlerle körüklenen Alevi-Sünni ayrılığının Kahramanmaraş'ta gerginliği tırmandığı bir dönemde, 19 Aralık'ta kentteki Çiçek Sineması'na, o dönemin ender milliyetçi filimlerinden biri olan, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı Güneş Ne Zaman Doğacak isimli filmin gösteriminde, saat 21:00'de Ökkeş Kenger adlı ülkücü bir gencin patlayıcı madde atması, olayların başlangıcıdır.[1] Bombalama eyleminin sol görüşlü kişiler tarafında yapıldığını ileri süren kalabalık sağcı bir grup ile Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup ülkücü Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın ve Müslüman Türkiye sloganlarıyla seyirci kitlesini coşturarak Cumhuriyet Halk Partisi il merkezine, PTT ve Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği binalarına saldırdı. Bombanın patlamasından hemen sonra, Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şube başkanı Mehmet Leblebici ve ikinci başkan Mustafa Kanlıdere'nin talimatları ile bombayı attığı iddia edilen Ökkeş Kenger Ankara'ya Ülkücü Gençlik Derneğine telefon ederek yardım talebinde bulundu.[2]

Ertesi gün Alevilerin oturduğu bir kıraathane bombalandı. 21 Aralık öğle saatleri Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı iki sol görüşlü öğretmen silahlı saldırı sonucu yaşamlarını yitirdi. O zamanki Kahramanmaraş valisi Abdülkadir Aksu[3] kentte askeri güç gönderilmesini istemiştir, ancak talebi uygun görülmemiştir. 22 Aralık'ta öğretmenlerin cenazeleri getirildiği camide bulunan sağcı bir grup, ölenlerin cenaze namazının kılınmasına karşı çıkarak engelledi ve kalabalığın dağılması ile cenazeler ortada kaldı. Güvenlik güçlerinin müdahalesi ile karşılaşmayan sağcı grup, kent çarşısına yürüyerek Alevilere ve CHP'li Sünni'lere ait işyerlerini tahrip etti. Çatışmalarda üç insan öldürüldü.

22 Aralık gecesi sağcı gruplar Sünni mahallelerinde Alevilerin ertesi gün silahlı saldırı yapacağını anlatarak, bu kitlesel biçimde silahlanılmasını sağladılar. Ve nitekim 23 Aralık'ta Kahramanmaraş'taki olaylar karşılıklı çatışmasına dönmüştür.

24 Aralık'ta saldırıların polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine, polis ile halk arasında çatışmayı önlemek amacı ile kentteki bütün polisler görev dışı bırakıldı. Bu koşullarda, ükücülerin tahrik ettiği kalabalık, bölgede yaşayan alevilere saldırmaya başlamıştır, . Günlerce süren saldırıları önlemek amacı ile Kayseri ve Gaziantep'ten askeri birlikler gönderildi.

Maraş olayları patlak verdiğinde CHP iktidar, Bülent Ecevit ise başbakan’dı. Olaydan sonra CHP’nin İçişleri bakanı İrfan Özaydınlı yaptığı açıklamada olayların sebebinin sol örgütler olduğunu söylemiş, partisinden büyük tepki almıştır. Sonrasında da İçişleri bakanlığından istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Hasan Fehmi Güneş getirilmiştir.
Sıkıyönetim olan Iller

Olaylar nedeni ile Diyarbakır, İzmir, Suriye-İran-Irak gibi sınır boylarını çevreleyen iller de dahil olmak üzere birçok ilde sıkıyönetim ilanı gündeme gelmiş ve 26 Aralık 1978 saat 07.00 den itibaren İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve Şanlıurfa olmak üzere, toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Daha sonra bu illerin sayısı arttırılmıştır.[4]

Saldırılar sonucunda resmi verilere göre 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise ölü sayısı 500'e yakındır.[kaynak belirtilmeli]

Sıkı yönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürmüş, çoğunlukla sağ ve aşırı sağ görüşlü olarak nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açılmıştır. Sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırılmıştır. İdam ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulanmış ve cezaları azaltılmıştır. Sıkı yönetim mahkemesinin kararı Yargıtay tarafından bozulmuş, yeniden yapılan yargılama sonucunda idam cezaları uygulanmamıştır.[kaynak belirtilmeli]

Ceza alanların cezaları da 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelenmiş daha sonra da serbest birakılmışlardır. [5] Bu kişilerden bazıları daha sonra milletvekili olarak TBMM çatısı altında yer aldılar.[6][7]

O zamanın CHP milletvekili Oğuz Söğütlü Kahramanmaraş'ta yaşananların açık soykırımdan başka bir şey olmadığını, Alevi nüfusun yüzde 80'inin kenti terk ettiğini söylemiştir.

Olayın bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger yargılanıp berat etmiş. Soyadını Şendiller olarak değiştirmiş, daha sonra XIX.Dönem Kahramanmaraş milletvekili seçilmiştir. 2008 yılında Maraş Olaylarının Perde Arkası - Kanlı Oyun adlı bir kitap yazmıştır. Ökkeş Şendiller, sol terör örgütlerinin tezgâhı olayların dönemin CHP hükümeti tarafından örtbas edildiğini savundu : Zamanın İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, sol izini yok edip, milliyetçileri suçlu konumuna getirdi. ve Olayları Devrimci Savaş Örgütü ve Ermeni kökenli solcu terörist Garbis Altınyan çıkardı. Olaylardan hemen sonra İçişleri Bakanı CHP'li İrfan Özaydınlı Maraş'a gelip konuyu araştırdı. Ardından "Bu olayları sol örgütler yaptı" dedi. Özaydınlı Ankara'ya dönmeden Ecevit tarafından görevden alınıp yerine Güneş atandı. Güneş, olaylardaki sol izlerini silip, tüm suçu milliyetçilere yükleyen kurgular yaptı. demiştir.[8]

Aydınlık'ın iddiası

Aydınlık Gazetesinin 12 Ocak 1979 tarihli sayısından aktarılmaktadır:

Kahramanmaraş katliamı, EDEM (Yağ Fabrikası) toplantısında kararlaştırıldı. Katliamdan 15 gün öncesine rastlayan toplantıya, EDEM ortağı Faruk Arıkan, Fabrikatör ve Hacı Çiftliğinin sahibi Muammer Pakdil, kardeşi Cahit Pakdil, Faruk Arıkan'ın ağabeyi Hacı Osman Arıkan, Pişkinler İplik Fabrikası sahibi Abdurrahman Pişkin, Çırçır ve Prese Fabrikatörü Sıddık Akdişli, Tanrıverdi Çırçır Fabrikası sahiplerinden Zekeriya Tanrıverdi, Yağlıca kardeşler Kooperatif şirketi sahipleri Kasım ve Ali Yağlıca, Fabrikatör Tarık Sarıkatipoğlu, Çırçır Fabrikatörü Mehmet Vakkasoğlu, Adalet Partisi İl Başkanı ve Kadıoğlu Çiftlikleri sahibi Faruk Kadıoğlu, Belediye Başkanı Ahmet Uncu, MİSK Bölge Temsilcisi Cemil Tozkoparan katıldılar...

Toplantının açış konuşmasını yapan Hasan Balcı, Bugüne kadar bizleri koruyabilmeleri için ülküdaşlarımıza her ay 250 bin lira para veriyorum. Sizler ise bugüne kadar bir kuruş yardım yapmadınız. Hükümete haddini bildirmek ve Alevi komünistleri yok etmek istiyorsak mutlaka birleşip bütün gücümüzü ortaya koymalıyız. Elbirliği yapalım, Maraş'ı komünistlerden, POL-DER'cilerden, TÖB-DER'cilerden temizleyelim demiştir.

Gazetenin bu haberi yalanlanmamıştır.

Devlete ait gizli rapor

Dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Kahramanmaraş katliamı’nın gün ışığına çıkartılması için özel bir ekip görevlendirdi. Özel ekip ayrıntılı raporunu İçişleri Bakanı’na sundu. Ancak raporun içeriği gizli tutuldu.[kaynak belirtilmeli] Gündem Dergisi, bu raporun bir kısmını elde ederek bazı bölümlerini daha sonra yayımladı.

Raporun yayımlanan bölümü şöyledir:

1. 18 Aralık 1978 günü, Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şubesi ikinci başkanı Mustafa Kanlıdere, Ökkeş Kenger ve üçüncü başkan Mustafa Tecirli’ye Halkı kışkırtmak, tahrik etmek ve isyanını sağlamak için solcuların attığı süsü verilmek kaydı ile, tahrip gücü az bir dinamit atılmasını” emretmiştir.

2. 15 gün öncesinden itibaren, gelecek program olarak Zeynel ile Veysel filmi gösterilecekken Adana Kahramanmaraş Ülkücü Gençlik Derneği şubesi’ne gelen iki şahsın getirdiği Güneş Ne Zaman Doğacak filmi 16 Aralık’ta aniden gösterime sokulmuştur..

3. Olaylardan önce, Ankara ili Bahçelievler, Karşıyaka ve Keçiören semtlerinde oturdukları bilinen Hüseyin Yıldız, Ünal Ağaoğlu, Haluk Kırcı, Mustafa Özmen, Mustafa Dülger, Remzi Çayır, Mustafa Demir, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli, Mustafa Korkmaz, İsmail Ufuk ve Mehmet Gürses isimli şahısların Kahramanmaraş iline gittikleri öğrenilmiştir.

4. 22 Aralık 1978 günü Kahramanmaraş’ta olaylar patlak verdiğinde iki ayrı telefon görüşmesi yapılır. Yapılan araştırmalarda, Adana ilinden bir şahıs, Malatya Özel Doğu Kliniği Doktoru Muhittin Turgut’u telefonla arayarak Kahramanmaraş’tan oraya yaralılar gelecek, dikkatli olun der. Muhittin Turgut ise Orasını bana bırakın. Malatya olaylarında bir açık verdimmiki bunda vereyim. Malatya olaylarında ne şekilde çalıştığımı siz de bilirsiniz karşılığını verir.

Esad Çoşan Hoca Efendi Belgesel



HAYATI

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir. Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür.

Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi.
Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.
1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi.

Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı.
Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti.

Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı.

Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.

Hazırlayan: Dr. Necdet Yılmaz

Belgesel: Türkiyede Alevilik

Hollanda TV'sinde yayinlanan belgesel.



ALEVILIK NEDIR?



1. Alevi ne demektir?
2. Alevilik nasil ortaya çikmistir? Bir mezhep midir?
3. Al-i Beyt sevgisinin dinimizdeki yeri nedir?
4. Hz. Ali'nin kendisine muhabbet edenlerin namazlarini kildigi söyleniyor. Bu dogru mudur?
5. Hz. Ali'ye "uluhiyet" veya "peygamberlik" isnad etme konusu
6. Hilafetin en son Hz. Ali'ye verilme konusu


1.

* Kelime manasiyla Alevi Hz. Ali'yi seven ve O'na mensup olan kisi demektir. Hz. Ali'yi sevenler, baslica iki gruba ayrilir: Hasbi ve samimi taraftarlar, ve siyasi taraftarlar. Bunlardan birincisi, O'na (r.a.) Allah icin muhabbet göstermislerdir. Bu muhabbet safi, net ve durudur. Kaynagi salabet ve hamiyet-i diniyedir. Bu hasbi taraftarlar, Hz. Ali'ye iki noktai nazardan teveccüh göstermislerdir. Birincisi, Ali'nin yüksek kemalati ve üstün meziyetleridir. Onun fazilet ve kemalati, takva ve ubudiyeti, mü'minlerin kalb ve dimaglarinda, muhabbet ve takdire inkilap etmistir. Ikincisi, Hz. Ali'nin (r.a.) Ehl-i Beyt (=Peygamber Efendimizin (s.a.v.) evlat ve torunlari) silsilesinin mümessili olmasidir. Müslümanlar o silsilenin basi olan Hz. Ali'ye (r.a.) samimi bir muhabbet ve derin bir saygi göstermektedirler. Bu iki cihetten kaynaklanan muhabbet, Kur'an ve Sünnet cizgisine uygundur. Dine gölge degil, vesile olmaktadir. Mesrudur, makuldür. Fitri, hasbi ve samimidir. Hz. Resulullah (s.a.v.), istikbalde ortaya cikacak fitne ve fesatlarda. Hz. Ali'yi (r.a.) ümmet nazarinda ithamlardan korumak icin O'nun kemalat ve meziyetlerini ehemmiyetle nazar vermekte:

'Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur.'
'Ali'yi yalniz mü'minler sever, O'na yalniz münafiklar bugzeder.'
'Ben size iki sey birakiyorum: Kur'an ve Ehl-i Beyt'im. Bunlara temessük ederseniz, kurtulursunuz.'

gibi hadis-i serifleriyle bu iki ciheti tescil ve ilan etmektedir.
Ikinci grup taraftarlar ise, O'nu siyasi manada sevenlerdir. Bunlar arasinda ciddi bir hedef birligi yoktur; herbiri, ayri bir sebeple Hz. Ali'yi taraftarlik gösterirler.

Hedef ve gayeleri degisik olan bu grubu bese ayirabiliriz:
1. Hz. Ali'nin (r.a.) siyasi taraftarlari icinde 'dinde mutaassip, muhakeme-i akliyede noksan' insanlar teskil ediyor. Bu tipler, Islami ölcülerde oldukca taskin ve mutaassip ve o derecede dar görüslü, mizansiz ve müvazenesiz insanlardi. Bunlarin elserisi bedevi idi. Iclerinde sahabeden hic kimse yoktu. Bunlar Siffin muharebesinden sonra, Hakem Hadisesinde Hz. Ali'ye karsi cikarak O'nun ordusundan ayrildilar. Hz. Ali'nin hakemi kabul etmesini küfür telakki ettiler ve O'nu cok agir bir sekilde itham ettiler. Onlara göre, Hz. Ali'nin hakemi kabul etmekle dinden cikmisti. Bu grup, Hz. Ali'nin ordusundan huruc ettikleri icin kendilerine 'Hariciler' ismi verildi. Bu grup Hakem Hadisesine kadar Hz. Ali'yi taskin ve ölcüsüz bir surette sevdikleri halde, bu hadiseden sonra, O'nun en büyük ve amansiz düsmani kesilmislerdir.

2. Ikinci grup, münafik ve Yahudi dönmeleriydi. Bunlar, iki yüzlü, dessas, sahtekar, yalanci, karanlik fikirli ve karanlik ruhlu insanlardi. Hz. Ali'ye muhabbet fikrin altinda gercek yüzlerini gizliyorlardi. Müslümanlar arasinda fitne cikartiyor, sürekli sapik fikirler üretiyorlardi. Gayeleri Islamiyeti icten yikmak, inanc ve itikadlari sarsmak ve Müslümanlari birbirine düsürmekti. Bu grubun Islam dünyasinda yapmis oldugu ihanetin boyutlari cok derindir.

3. Emevilerin irkci idarelerinden rahatsiz olan Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin yaninda yer alan taifelerdir. Bilindigi gibi, Emeviler basa gecince, icraatlarinda birinci derecede irkciligi esas aldilar. Diger kavimlere karsi gayet sert ve acimasizca davranmaya sevketti. Emevilerin bu ölcüsüz ve mesuliyetsiz icraatlarindan rahatsiz olan diger kabile ve asiretler onlardan intikam almak icin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e taraftarlik gösterdi ve Onlarin ordusunda yer aldilar.

4. Bu grubu (genelde) iranlilar teskil eder. Hz. Ali ve Al-i Beyt sevgisi bu grupta asiri ve ölcüsüzce tezahür etmistir. Her merasim, senlik ve toplantilarda bu ölcüsüz sevgi etkisini göstermektedir. Yahudilerin 'Aglama Duvari' karsisina gecip aglamalari gibi, bunlar da Muharrem ayinda bir matem havasina girerler.

5. Üc zihniyetin taraftarlarindan bu besinci grup tesekkül etmistir: 'Irandaki mecusi dininin reis ve ruhanileri' , 'Irandaki irkcilar' ve 'eski saltanat hanedanin mensuplari'dir.


2.

* Alevilik bir firka veya mezhep degildir. Al-i Beyt'in muhabbetini esas olan bir tarikat seklinde ortaya cikmistir. Mes'elenin tarihi seyrine baktigimizda Aleviligin bir tarikat sekline gelismesi söyle olmustur:

Timur, Osmanli Sultani Yildirim Bayezid'i yendikten sonra Anadolu'dan aldigi otuz bin kadar esiri Iran'a götürmüstü. Bunlari Erdebil $eyhi ($ah Ismail'in dedesi) olarak bilinen $eyh Ali'ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldilar. Bir süre sonra Timur, arasira ziyarete gittigi Erdebil $eyhi'nin kendisinden bir arzusu olup olmadigini sordugunda, $eyh, 'Hicbir dilegim yok, sadece Anadolu'dan esir olarak getirmis oldugun Türkleri serbest birakmani istiyorum' dedi. Timur, $eyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onlari serbest birakti. Bu esirler, bu vesile ile, $eyhe olan muhabbetlerini asiri derecede ziyadelestirdiler. $eyhin bu sofilerinin bir kismi Anadolu'ya döndü, bir kismi Erdebil'de kaldi.

Erdebil $eyhi, Anadolu'ya dönen bu müritleriyle alakasini devam ettirdi. Erdebil $eyhi'nin tarikatinda 'Hz. Ali muhabbeti' esas alindigi icin, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandilar. Bunlara bu vasiftan dolayi 'Alevi' denildi. Aslinda bu esirlerin ecdadlari ve kendileri, bu tarikat ile intisap kurucaya kadar, Ehl-i Sünnet itikatinda idiler. Iran'la Osmanli Devleti arasinda kesin hudutlar cizilince, Anadolu'daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklastilar. Bu tarikatin Anadolu'da kalan mensuplari, Erdebil tekkesinden aldiklari tesirle, kendilerinin disinda kalan Müslümanlarin Ekl-i Beyt'e gerektigi gibi muhabbet beslemedikleri zannina kapildilar. Onlarin bu telakki ve davranislari diger Müslümanlarla aralarinda bir sogukluk husule getirdi. Bu sogukluk zamanla ihtilafa dönüstü.
Bu ihtilaf neticesinde, Erdebil tekkesine bagli Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldilar. Itikada, ibadete,... ait bircok hükümleri geregi gibi ögrenemediler. Sadece babadan ogula intikal eden birtakim telkinlerle iktifa ettiler. Zamanla aradaki sogukluk gittikce büyüdü ve derin bir ayriliga dönüstü. (Sünnilik-Alevilik).

Bu sun'i ayriligin ortadan kalkmasinin tek yolu, Kur'an'in isigi altina girmekle cözülür.

3.

* Al-i Beyt'e Allah icin muhabbet etmek, dinimizde vaciptir. (Imam-i $afii'ye göre farzdir.) Cenab-i Hak Sura Suresinde söyle buyurmaktadir:
'Resulüm, sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemez. Yalniz Al-i Beyt'ine meveddet (sevgi ve saygi) istiyor.' (Sura Suresi, 23)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i seriflerinde söyle buyuruyor:
'Size verdigim nimetlerden dolayi Allah'i sevin. Beni de Allah icin sevin. Al-i Beyt'imi de benim icin sevin.'
'Sizlere iki sey birakiyorum. Onlara temessük etseniz necat bulursunuz. Birisi kitabullah, biri Al-i Beyt'imdir.'
Bu hususa Bediüzzaman Hazretleri söyle ifade etmektedir:
'Al-i Beyt'ten vazife-i Risaletce muradi Sünnet-i Seniyye'sidir. Sünnet-i Seniyye'yi terkeden hakiki Al-i Beyt'ten olmadigi gibi Al-i Beyt'e hakiki dost da olamaz.'
Al-i Beyt'i sevmemiz onlarin sadece mücerret sahsiyetleri icin degil, Kur'an'a yaptiklari hizmetleri, Islam Dini'nin nesrinde gösterdikleri büyük fedakarliklari, ilim ve irfan sahasinda yaptiklari hizmetleri icindir.
Al-i Beyt'i seven mü'min de, ibadet vazifesini yerine getirmekle, onlari örnek almali, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Al-i Beyt'i hakiki manada sevmek de ancak bu yolla tahakkuk edebilir.



4.

* Böyle bir iddia ne dinen, ne de aklen gecerlidir. Kesinlikle yanlistir. Hz. Ali Efendimiz (r.a.) en cok Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi (r.a.) sevdigi halde, onlar ve onlardan sonra gelen evlatlari, 'Bizim namazimiz kilinmistir' diye bir iddiada bulunmamislar, aksine sadece farzlarini eda etmekle kalmamis, sünnet ve nafilelere de tam riayet etmislerdir.
Cenab-i Hak, namazi, peygamberler dahil, her mü'minin kendi $ahsina farz kilmistir. Hic kimse bir baskasinin yerine namaz kilamaz. Zaruret halinde de bu böyledir. Bir kimse namaz kilamayacak kadar hasta da olsa, onun namazini bir baskasi kilamaz.
Bir hadis-i kudside söyle buyurulmustur:
'Allah-ü Teala buyurdu ki: 'Ben Senin ümmetin üzerine bes vakit namaz farzettim. Hem ahdettim ki, bir kimse bes vakit namazi kilarak gelirse, muhakkak ben onu Cennet'e koyarim. Bes vakit namazi kilamayan bir kimseye bir taahhüdüm yoktur.' '
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de 'Namaz dinin diregidir' buyurmustur.


5.

* Bu yanlis inanç da, digerleri gibi Ibn-i Sebe [Ibn-i Sebe Hz. Osman (r.a.) zamaninda Yemen'den Medine-i Münevvere'ye gelerek zahiren Müslüman olup, Islam'i yikmak için büyük gayretler göstermistir. Yahudilerin Islam Dinine düsmanligi Peygamberimizin (s.a.v.) dogumu ile baslamistir.] tarafindan iddia edilmistir. Bütün gayesi Müslümanlarin itikadini bozmak olan Ibn-i Sebe, menfur faaliyetlerini sürdürürken, nabza göre serbet vermesini iyi beceriyordu. Önce, bazi kimselere Hz. Ali'nin (r.a.) ilah oldugunu telkin etmeye çalisiyor, bunun tutmayacagini anladigi yerde, O'na peygamberlik isnad ediyor; bunun da geçerli olmayacagini anladigi zaman ise, "Halifetin en evvel Hz. Ali'nin hakki oldugunu, bu hakkin kendisinden zulmen alindigini" telkine kalkiyordu.
Dikkat edilirse, bu üç iddia arasinda tezat vardir. Tezat ise, hükümsüzdür. Söyle ki ilan olan, peygamber olamayacagi gibi, peygamber için de hilafet sözkonusu olamaz. Bu tezat dahi, açikça gösteriyor ki meselenin altinda sadece ve sadece ifsat ve ihanet yatmaktadir. Malumdur ki, herseyin bir baslangici ve bir de nihayeti oldugu gibi, Hz. Adem'le (a.s.) baslayan peygamberlik müessesesi de Hatemül-Enbiya (s.a.v.) ile son bulmustur. Cenab-i Hak, peygamberlerin en ekmeli olan O Zat'in eline semavi kitaplarin en mükemmeli olan Kur'an-i Azimüssan'i vermis ve nübüvvet müessesesini O Hatemül Enbiya ile tekmil etmistir. Artik, kiyamete kadar Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Hatemül Enbiya oldugu 'Ahzap Suresi'nde su sekilde bildirilmistir:
"Muhammed sizin ricalinizden hiçbirinin babasi degil ve lakin Allah'in Resulü ve peygamberlerin hatemidir (sonuncusudur). Allah herseyi bilendir."


6.

* "Hilafetin, öncelikle Hz. Ali (r.a.)'in hakki oldugu halde, bu hakkin gaspebildigi" iddiasi da Ibn-i Sebe'nin ortaya attigi fitnedir. Sunu hemen belirtelim ki, Çariyar Efendilerimizden hangisinin digerlerinden daha faziletli ve hilafetin öncelikle kimin hakki oldugu, Ibn-i Sebe'yi asla alakadar etmezdi. Onun asil maksadi, ashaba karsi hürmeti kirmakla Islamiyete süphe ve tereddüt düsürmek ve Müslümanlar arasinda ihtilaf çikarmak ve bunu devam ettirmekti. Bu sebeple, ilk önce Ashab-i Kiramin Efendilerimizi çok kisaca tanimlayalim:

Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her an Allah-ü Azimüssan'in celal ve cemal sifatlarinin tecellileri arasinda yasadilar, yani daima korku ve ümit üzere bulundular. Resul-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) hakkiyla varis ve vekil oldular. Saga ve sola meyletmeden sadece ve sadece sirat-i müstakime yürüdüler. Allah'a vasil olan yollarda her biri birer önder, birer rehber oldular. O hidayet yildizlarinin bütün gaye ve düsünceleri, yalniz Allah'in rizasi ve O'nun cemalidir. Sahabelerin hepisi istisnasiz Resulullah Efendimizin sohbetleriyle müserref oldular. Onlarin ruhlari, akillari, kalb ve vicdanlari ve nihayet bütün hissiyatlari, Peygamber terbiyesinden geçti. Tabir caiz ise, dagin güney yamacindaki çiçekler gibi, günesten dogrudan dogruya istifade ettiler ve O'nun zatiyla görüstüler. Onlardan sonra gelen bütün Müslümanlar ise, dagin kuzey yamacindaki çiçekler gibi, günesin zatindan degil, ancak aydinligindan faydalandilar.
Simdi: Hz. Ali'nin, Peyhamber Efendimizin karabet cihetiyle en yakini olmasina ragmen, hilafette en sona kalmasinda, kaderin hikmetli bir tanzimi vardir. $öyle ki: Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman'in (r.a) devirleri, Islam'in birlik ve bütünlügünün korundugu tam bir fütuhat ve inkisaf dönemi olmustur.Iran, Irak, Misir, Suriye, Kibris ve daha birçok ülke, bu dönemde fethedilerek tevhid inanci bu beldelere yerlestirilmistir. Hz. Ali (r.a.) zamaninda ise, bu fütuhat dönemi durmus, genisleyen Islam aleminde çesitli ihtilaflar basgöstermistir. Hz. Ali (r.a.) hilafeti sirasinda bu kari$iklik ve ihtilaflarla ugrasmak zorunda kalmis, harika cesaret, keskin fesaret ve emsalsiz ilmiyle Islam'i her türlü sapik fikir ve batil itikadlarin tasallutundan korumaya muvaffak olmustur. Iste ilk üç halife devrindeki ittihad, tesanüd ve Islami fütuhat onlarin hilafete liyakatlarini ve hak üzere olduklarini ispatladigi gibi, Hz. Ali Efendimiz devrindeki ihtilaflar da, O'nun hilafette sona kalmasindaki hikmeti açikça göstermektedir.
Peygamberimizin Hadis-i $eriflerinden örnekler:
'Benden sonra iki kimseye baglanin, onlardan biri Ebubekir, digeri Ömerül Faruk'tur.'
'Münafiklarin kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali.'
'Ali'yi seven beni sevmis olur. Ali'ye bugz eden bana bugz etmis olur. Ali'ye eziyet eden bana eziyet etmis olur. Bana eziyet eden dahi Allah'a eziyet etmis olur.'


Bu Yazi Mehmet Kirkinci'nin 'Alevilik Nedir' kitabindan alinmistir. Genis bilgi için okumanizi tavsiye ederiz. Cihan Yayinlari, TÜRDAV A.S., Istanbul, 1995

11 eylül belgeseli - Yalanlar ve Gerçekler

Bu belgesel Aralık 2005'te yapıldı. 11 Eylül olaylarına verilen resmi açıklamaların doğru olamayacağını anlatıyor ve daha çok cevaplanmamış soruları soruyor. İkiz kulelerin patlayıcılarla çökertildiğini görüyor ve duyabiliyorsunuz. Pentagon ve Shanksville'deki çakılmalar araştırılıyor. Saldırılardan önbilgili yapılan ticari yatırımlardan haberdar olacaksınız. O gün New Yorkta ikiz kulelerden başka bir binanın daha kendi üzerine çöküşünü göreceksiniz. Bu binanın, WTC 7, çöküşünede hala bir açıklık getirilmedi. Bin Laden'ın kasetlerinin sahte olduğunu göreceksiniz. Bu belgeseli kopyalayıp başkalarıyla paylaşmanız rica olunur. Lütfen çevrenizi bilgilendirin!!


Belgesel - Esat Erbilli Efendi



Kamuya sunulan bilgilerde Menemen Olayı nedeniyle yargılanıp asılan Şeyh Esad Erbili hakkında bazı yanlışlar mevcut.


Birinci yanlış, Mehmet Ali Erbili'in dedesi olduğu yolundaki belirlemedir. Aslen Güney Kürdistan'ın Erbil kentinden olan Şeyh Esad, (ki Erbili isimini buradan almış) Mehmet Ali Erbil'in dedesinin babasıdır. Mehmet Ali Erbil'in dedesinin adı da Mehmed Ali'dir.


İkinici yanlış, Mehemet Ali Erbili'in dedesi Şeyh Esad'ın Menemen Olayı nedeniyle idam edildiği yolundaki belirlemedir. Şeyh Esad Erbili hakkında Menemen Sıkıyönetim Mahkemesi 25 Ocak 1931 tarihli kararı ile idam kararı vermiş, ancak 65 yaşından büyük olduğu için ölüm cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir.


Üçüncü yanlış, 95 yaşında öldüğüne ilişkin belirlemedir. Mahkemede kimlik tesbiti sırasında Şeyh Esad Erbili 1264 (1847) doğumlu olduğunu beyan etmektedir. 3 Mart 1931 tarihinde Menemen Hastahanesi'nde üremiden vefat ediyor. Bazıları zehirlenerek öldürüldüğü yolunda spekülasyona açık iddialarda da bulunuyorlar. Buna göre 84 yaşında vefat etmiştir.


Doğru olan husus Mehmet Ali Erbil'in dedesi Mehmet Ali hakkında da idam kararı verilmiş ve Menemen Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararını, TBMM 611 sayılı kararı ile onaylanarak o ve diğer 27 hükümlü birlikte 3 Şubat 1931 tarihinde idam edilmiştir.


Bu yargılamanın bazı özelliklerinden bahsetmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.


• Mahkeme bir sıkıyönetim mahkemesidir ve Menemen Olayı nedeniyle kurulmuştur.

• Mahkemenin başkanı Miralay (Albay) Mustafa isimli kişidir. Bu kişi sonradan General Mustafa Muğlalı adıyla Van'ın Özalp İlçesin'de 33 Kürdü yargısız kurşuna dizdiren kişi olarak karşımıza çıkacaktır.

• Yargılama bir gün sürüyor. 24 Ocak 1925 te 105 sanıklı dava başlıyor ve ertesi gün karar açıklanıyor. Kişilerin savunma yapamadıkları, hatta yeterince sorgulanmadıkları açıktır.

• Bildiğimiz kadarıyla bu davada iki Kürt yargılanmıştır. Şeyh Esad ve oğlu Mehmet Ali.

• Olay öncesinde, sırasında ve sonrasında bu iki Kürt hiçbir zaman Menemen'de bulunmamışlar. İstanbul Erenköy Kazasker'de ikamet etmektedirler.

• Bu davada 4 tane de kadın yargılanmıştır.

• Davanın sonunda 28 kişi idam edilmiştir.

• Davada sanıkların müdafi tutuma hakları yoktur ve karar Yargıtay nezdinde temyize tabi tutulmamıştır.


Şeyh Esad Erbili bir din bilgini ve tarikat (Nakşibendi) önderidir. Şairdir. Kürtçe, Türkçe Farsça şiirleri bulunmaktadır. Saidi Kürdi'nin çok yakın arkadaşıdır ve arşivlerde birlikte çektikleri bir fotoğrafları da bulunmaktadır. II. Abdulhamit döneminde 10 yıl kadar Erbil'e sürgüne gönderilmiş ve meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul'a dönmüştür. Menemen olayı nedeniyle 23. Aralık 1930 tarihinde oğlu ile birlikte gözaltına alınıyor. (Oay günü olay yerinden çok uzakta bir yerdeki evinden oğlu ile birlikte gözaltına alınması, onun hakkında kararın daha önceden verildiğini göstermektedir.)


Neden Şeyh Esad Erbili ve oğlu Mehmet Ali yargılandılar ve cezalandırıldılar?


Kemalist yönetim Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına ilişkin yasayı çıkarırken, hedeflediği en büyük amaç, Kürdistan'da Kürtleri bilgi kaynaklarından ve eğitim kurumlarından uzak tutmaktı. Çünkü o dönemin Kürt aydın kesiminin yetiştiği eğitim kurumları ya devletin denetimindeki Darülfünün (Üniversiteler) veya medreselerdi. Medreselerin eğitim kurumları olmasının ötesinde dil ve kültür bazında Kürt ulusalcılğının da en önemli kanaklarından biriydi. Bu iki kaynaktan yetişen Kürt aydın kesimini Kemalisti yönetimi, 1925 yılındaki Kürt Ulusal Hareketinin bastırılmasından sonra büyük ölçüde ya yok edildi, yada Kürdistan dışına çıkarak kendi coğrafyaları ve halkı ile ilişkileri koparıldı.


Kuzey Kürdistan'da medrese çıkışlı Kürt aydın kesimine yönelik baskıların bir nedeni de Kürt Nakşibendiliği'dir.18. yy.ın sonlarında Kürt bilgini Mevlana Halid'in Nakşibendiliği yeniden yorumlaması ve ona Kürdistani bir kimlik kazandırması ile birlikte Türk Nakşibendiliği, Kürt Nakşibendiliğine hep düşman olmuştur. Çünkü Mevlana Halid'in öğrencileri Kürdistan'da kurdukları medreselerde Kürtçeyi eğitim dili olarak kullanırlarken, bir yandan da Kürt ulusal bilincinin gelişmesine yol açtılar. Nehri Şayhleri, Berzan Şeyhleri, Şeyh Ali Ailesi (Şeyh Said'in dedesi), Sise Şeyhleri ve daha birçok medrese sahibi şeyh aileleri bu misyonun altındaydılar.


Menemen Olayı, o zaman mevcut en ünlü Kürt Nakşibendi (Halidi) Şeyhi Esad Erbili'yi ortadan kaldırmanın bahanesi oldu. Mahkeme sorgu tutanaklarında ve savcının iddianamesinde gerek Şeyh Esad Erbili ve gerekse oğlu Mehmet Ali hakkında Menemen Olayı ile ilgili olarak hiç bir somut iddia veya delil ortaya konmamıştır. Sadece sanıklardan iki kişinin Şeyh Esad Erbili'nin müridi olması bu olayla bağlantının kurulmasına ve Nakşibendi Tarikatı'nın gizili örgüt sayılmasına yetmiştir.


Mahkemenin verdiği idam kararlarının onaylanmasını ve mecles kararı haline gelmesini sağlayah TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Mustafa Fevzi (Sarhan) son derece dindar biri olduğu halde, Türk nakşibnidisi olduğuiçin, delili ve hukuki temeli olmayan bir iddia ile bu Kürt nakşibendisine verilen idam cezasının onaylanmasını sağlamaktan çekinmemiştir.


Bir magazin haber bizi nerelere götürdü.
kurdinfo.com alıntı.

Sarıkamış Belgeseli




sarıkamış destanı heredot cevdet ekmek teknesi

sarıkamış destanı heredot cevdet ekmek teknesi


Heredot Cevdet Habil İle Kabil



heredot cevdet - yusuf ile zuleyha

Heredot Cevdet'ten Hz.Süleyman'ın hikayesi

Heredot Cevdet'ten Hz.Süleyman'ın hikayesi


Ekmek Teknesi (heredot cevdet) - Ahiret




Ekmek Teknesi - Heredot CEVDET - Hz. Hamza



Ekmek Teknesi - Canakkale Sehitleri


heredot cevdet istanbulun fethi - muhtesem !



Heredot Cevdet- Buyuk Iskender



sarıkamış destanı heredot cevdet ekmek teknesi


Heredot Cevdet Habil İle Kabil



heredot cevdet - yusuf ile zuleyha

Ekmek Teknesi - Tikandi Baba

Heredot Cevdet 13 Kurbanlık Koyun Ekmek Teknesi




Ekmek Teknesi Heredot Cevdet 01 Nuh Tufanı



Ekmek Teknesi - Tikandi Baba



Heredot Cevdet - Cennet için


Heredot Cevdet-Ferhat ile Sirin



Heredot Cevdet 04 Leyla ile Mecnun Ekmek Teknesi



Çanakkale Şehitlerine Mehmet Akif Ersoy heredot cevdet


Ekmek Teknesi Final Bahadır Özdener



Bir Kekliğin hikayesi - Ekmek Teknesi Heredot Cevdet




Heredot Cevdet Gul ile Bulbul

Sarikamış Belgeseli Film

BÖLÜM 1



Sarikamis belgeseli bolum 2



Sarıkamış Belgeseli Bölüm 3

Çeçen MARŞI Klip- TÜRKÇE ALT YAZILI

Çeçen MARŞI ŞEHİT ALİ DİMAYEV TÜRKÇE ALT YAZILI

Rabbim Geri Gönder (Filmin Tamamı) Türkçe Altyazılı

Rabbim Geri Gönder (Filmin Tamamı) Türkçe Altyazılı

OSAMA Film( Türkçe Dublaj )

TÜRKÇE imdb puanı :7.4/10 Yapım :2003, Afganistan / Hollanda / Japonya / İrlanda / İran Tür: Dram Yönetmen :Siddiq Barmak Senaryo :Siddiq Barmak Oyuncular :Marina Golbahari, Arif Herati, Zubaida Sahar, Mohamad Nader Khadjeh, Mohamad Haref Harati Yapımcı :Siddiq Barmak, Makoto Ueda, Julie Lebrocquy, Julia Fraser Görüntü Yönetmeni :Ebrahim Ghafori Müzik :Mohammad Reza Darvishi Süre :1 saat, 25 dk Taliban rejiminin hüküm sürdüğü Afganistan'da kadınların yanlarında bir erkek akrabaları olmadan sokağa çıkmaları yasaklanmıştır. Hiçbir erkek yakını olmayan kadınlarsa evlerinde açlıktan ölmeye mahkumdur. Bir anne ve oniki yaşındaki kızı da Taliban başa geçtikten sonra işsiz kalırlar ve anne kocasıyla erkek kardeşini savaşta kaybeder. Kendisi ve çocuğunu hayatta tutabilmek için annenin yapabileceği tek birşey vardır. Kızını erkek kılığına sokmak... Artık her dakikaları Taliban askerleri tarafından farkedilme ve öldürülme korkusuyla geçmeye başlar. Hayat artık zorlu bir yolculuğun ucundadır.

Sicko Belgesel Türkçe Altyazılı

ABD’li muhalif yönetmen Michael Moore, filmi “Sicko” ile yine tartışma yaratacak bir konuyu gündeme taşıyor ve hedefi yine Bush yönetimi... İsmini İngilizce’de ‘hasta’ sözcüğünün ‘ruh hastası’, ‘iğrenç’ gibi bir anlama dönüştürülmüş halinden alan ‘Sicko,’ ufak çaplı bir Küba kriziyle daha gösterime girmeden gündemde yerini aldı.
Kulak iltihabı geçirdiyseniz özel sağlık sigortanız kanser tedavinizin masraflarını karşılamaz. 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıntıları arasında günlerce gönüllü çalışıp ciğerlerinizi mahvettiyseniz sizin sorununuz; devlet sizi tedavi ettirmek zorunda değil. Zayıfsanız, şişmansanız, gözünüzün üstünde kaşınız varsa sigorta şirketiniz sağlık sorunlarınızı kapsam dışı bırakıverir. Yaşlı ve kimsesizseniz bir gün hastane görevlileri tarafından bir yardım kurumunun kapısına terk edilebilirsiniz.
11 Eylül saldırıları sonrası enkaz kaldırma çalışmalarında zehirli maddeler nedeniyle hastalanan 3 kişiyi tedavi olmaları için Küba’ya götüren Moore, filmde iki ülkenin sağlık sistemlerini karşılaştırıyor ve halkına hem ücretsiz hem de kaliteli hizmet sağlayan Küba’nın sağlık sisteminin ABD’den çok daha üstün olduğunu belgelerle gözler önüne seriyor.
Moore: “Filmi yapmadan önce insanlardan oldukça üzücü ve dehşet verici hikayelerin yer aldığı 25 binin üstünde mektup aldık. Tüm bunların içinden filmde yer verilecek olanları seçmek çok zor oldu. Ama filmim sadece insanların acıklı hikayelerinden ibaret değil. Dünyada nelerin doğru işlediğini de gösteriyor. Biz de ABD’den uzaklaşıyor ve farklı ülkelere, mesela Fransa’ya giderek bu ülkelerin sağlık sistemlerini irdeliyoruz.”
Belgeselin çekimleri için Washington tarafından uygulanan 45 yıllık seyahat yasağını da delen Moore’a ABD makamları tarafından soruşturma başlatıldı.
Michael Moore: “Bush yönetiminden bana haklarımı bildiren ve filmle ilgili bir takım bilgiler talep eden resmi bir yazı aldım. Avukatlarım filmin içeriğinin yasadışı kaynaklarla oluşturulduğunu iddia edebileceklerini ve bu yüzden Küba’dan elde ettiğim her şeye el koyabileceklerini söylediler. Bize hemen bir master kopya çıkarıp en kısa zamanda bu kopyayı ülke dışına çıkarmamızı tavsiye ettiler ki biz de 24 saat içinde bunu gerçekleştirdik.”
Daha önce yaptığı belgesel filmleri kadar iyi olan hatta, bence daha iyi olan bu film kesinlikle izlenmeli diye düşünüyorum. Kendisi filminin paylaşılmasına karşı değil. Hatta filminin paylaşılmasını istiyor. Moore yaptığı açıklamada, "telif hakları yasası beni bağlamaz, paylaşın, paylaştırın" diyor. Ama nedense rapidden linkler sürekli siliniyor.


Click this bar to view the full image.

Sicko Türkçe Altyazılı

COSMOS CARL SAGAN BELGESEL 1 BÖLÜM türkçe altyazılı

KAİNATA BAKIŞ

22 Nisan 2009 Çarşamba

Kuran Meal İndir

16 Nisan 2009 Perşembe

MEHMET AKİF BELGESEL VİDEO İZLE


Mehmet akif ersoy. canakkale siiri
Yükleyen ByFatih">


Mehmet Akif Ersoy
Yükleyen ebbkr">


Necid Çöllerinde Mehmet Akif Ersoy
Yükleyen nurade">


İstiklal Marsi - Mehmet Akif (N. Fazıl Kısakürek)
Yükleyen noktasat">


Mehmed Akif Ersoy - Çanakkale Şehitlerine ASIMIN Nesli
Yükleyen halilakpinarcom">

SAVAŞ ve MÜCADELEDE MEHMET ÂKİF



SAVAŞ ve MÜCADELEDE MEHMET ÂKİF
XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında Türk milleti, tarihinin en buhranlı dönemini yaşamaktaydı. "TürkAsırları" çoktan geride kalmış, Osmanlı devletinin iskeletinde önemli kırılmalar ve parçalanmalar meydana gelmişti.
III.Selim ve II. Mahmut'un başlattığı devletin yapısını ıslah yönündeki reform çalışmaları ileriye doğru daha bir ivme kazandırılarak sürdürülmüş, birbiri ardından gerçekleştirilen Tanzimat ve Meşrutiyet inkılapları da ne yazık ki beklenen sonucu vermemişti.
Tam da Mehmet Âkif'in çocukluk yıllarına rastlayan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93Harbi) ile devlet, ağır bir darbe almış; bunun sonucunda Anadolu ve özellikle İstanbul'a Rumeli ve Kafkas'lardan on binlerce Müslüman göç etmek zorunda kalmıştı.Bu yeni göçler, mevcut sorunları daha da artırmıştı. Bu tarihten itibaren Osmanlı devletini SultanII.Abdülhamit, etkili bir mutlakiyetle yönetmeye başlamış, içte ve dışta ağır sorunlarla uğraşmaya ve onları aşmaya çalışmıştı.
Ancak YıldızSarayı çevresinde oluşturulan yeni yönetim tarzı, ülkenin genç aydınları tarafından ağır bulunarak eleştirilmiş, yoğunlaşan aydın-asker muhalefeti Meşrutiyetin ikinci kez ilanıyla sonuçlanmıştı. Bir yıl sonra da patlak veren "31 Mart Olayı" ile Sultan Hamit devri sona ermişti.
Çok büyük umutlarla gerçekleştirilen Meşrutiyetİnkılabı'nın meydana getirdiği heyecan, yine çok kısa bir süre içerisinde geride büyük hayal kırıklıkları bırakarak sönmüştü.
Bu dönemden itibaren Mehmet Âkif'i kendini her bakımdan yetiştirmiş, birçok Doğu ve Batı dillerine vakıf ve kültürlerine de hâkim olarak, inanmış ve toplumuna karşı sorumlu bir aydın tavrı ve donanımı ile cemiyet meydanına atılmış olarak görüyoruz.
Sanatı ve şiiri başta olmak üzere bütün gücünü milletinin ve davasının emrine vererek İstanbul'un büyük selâtin camilerinden başlattığı mücadelesini, şair-vaiz olarak ilerleyen zaman içerisinde dalga dalga Anadolu'ya taşımıştı. Onun gözünde toplumu geri bırakan bütün kötü âdet ve anlayışlar, batıl inançlar, işlevini yitirmiş müesseseler en çarpıcı ve realist bir şekilde tasvir ve tenkit edilmiş ve özellikle dinin yanlış anlaşılması karşısındaki ızdırap ve feveranı, gönlünün en derin sayhasına dönüşmüştür.
Bilindiği gibi tarihimizin en acı facialarından birini de BalkanHarbi'nde yaşamıştık.Büyük devletimiz, daha bizden yeni ayrılmış Balkan devletçiklerine karşı yüz kızartıcı bir mağlubiyete uğramış ve koskoca Rumeli topraklarını kaybetmiştik. Ordumuz bu mağlubiyeti hiçbir şekilde hak etmemişti. Ancak kötü sevk ve idareden, particilik gayretinden ve tefrikadan dolayı maruz kaldığımız bu yenilgi, Türk subayının onurunu büyük ölçüde yaralamıştı. DevletimizinI.CihanHarbi'ne girmesinde bunun da önemli etken olduğu bir gerçektir.
Âkif, Balkan Harbi sırasında Sırat-ı Müstakim dergisini çıkarmaktadır. O yıllarda dergisinde yayımladığı makale ve şiirlerinde ve yine İstanbul camilerinde verdiği ateşli vaazlarında onun feryatlarına şahit oluyorduk.
"O gün üstadın coştuğu müstesna bir gündü. Birçok ayetler okudu. Müslümanların şevketli zamanlarını hatırlattı. Sonra düştükleri zilleti önlerine serdi. Sebeplerini izah etti.Cehalete yüklendi. Maarifsiz yaşamanın imkânsızlığını anlattı. Nifakların milletleri nasıl târumâr ettiğini gösterdi. Harp zamanında herkesin uhdesine düşen vazifeyi anlattı. Bir millet ne hâle geliyor da topraklara seriliyor? Bir vatan nasıl oluyor da ayaklar altında kalıyor?Bunu görünüz, anlayınız. Tefrikadan sakınınız. Ye'se düşmeyiniz, birleşiniz!
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
"İş bitti, sebatın sonu yoktur!" deme, yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye'se kapılma." 1
diye cami kürsülerinden millete haykırıyordu.
Henüz Balkan Harbi'nin yaraları sarılmadan devletimiz, bir oldu bitti ile karşı karşıya getirilerek kendiniCihanHarbi'nin alevleri içinde bulmuştu. Almanya ve İngiltere arasında XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ortaya çıkan büyük siyasi ve ekonomik rekabet, başta Avrupa ve Balkanlar olmak üzere geniş bir alanda devletlerarası boğazlaşmaya ve bir dünya harbine dönüşmüştü.
"Balkandaki yangın daha kül bağlamamışken
Bir başka cehennem çıkıversin...Bu ne erken!"
demek suretiyle Âkif tekrar feryada başlamış; şiir, makale ve vaazlarıyla milleti galeyana getirerek cepheye çağırmıştı. Mehmet Âkif, CihanHarbi yıllarındaOsmanlı devletinin gizli istihbarat teşkilatı olan "Teşkilat-ı Mahsusa" kanalıyla önce Almanya ve akabinde de Arabistan'daki Necit bölgesine gönderilmişti.Ancak onun aklı, fikri ve ruhu hep Türkiye'de, cephelerde ve özellikle de Çanakkale'de kalmıştı.Almanya seyahatindeyken beraber olduğu ve şahsi meziyetlerini yakından gördüğü Binbaşı Ömer Lütfi Bey'den aldığı askerî bilgiler ve harp fennine dair açıklamalar onu çok rahatsız etmişti.
"Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavaid-i harbiyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhakemelere tahammülü yoktu. O daima kati bir kelime isterdi. Bütün dünya hücum etse Çanakkale sukut etmez (düşmez); onun büyük imanı başka bir ihtimale müsait değildi." 2
Daha Arabistan'dan dönmeden askerin Çanakkale'de kazandığı büyük zaferi duyan Âkif, ay ışığında ve gözyaşları içinde muhteşem Çanakkale Destanı’nı yazmıştır.Onun Mehmetçik için yazdığı bu manzumeyi okuyan "Batarya ile Ateş"in ve İstanbul'un işgali üzerine kaleme aldığı "Kara BirGün" adlı makalenin sahibi ünlü edip SüleymanNazif, "Allah'ın şehitleri olduğu gibi şairleri de vardır." 3 demek zorunda kalmıştı.
Türk milleti, dokuz asırdan beri her karış toprağı için binlerce şehit vererek vatanlaştırdığı Anadolu coğrafyasındaki son ölüm kalım savaşını, var olma iradesini ortaya koymak suretiyle Millî Mücadele yıllarında vermiştir. Batılı sömürgecilerin ölü masasına yatırdıkları "hasta adam", yeni ve soylu bir şahlanışla hiç ummadıkları bir şekilde tekrar ayağa kalkmıştır.Millî Mücadele Hareketi'nin manevî öncülerinden olan Mehmet Âkif'i, başlangıcından itibaren mukaddes"Anadolu Mücahede"sinin içinde görmekteyiz.
"Artık onlar için günlük hayat yoktu. fiahsın geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği yoktu. Son ümmet kütlesinin bir parçasıydılar.Ve onunla birlikte vardılar.Ve o yok olacaksa, onlar da yok olacaktılar." 4
Mehmet Âkif'i 6 fiubat 1920 tarihinde bir Batı Anadolu şehrinde, Balıkesir ZağanosPaşa Cami kürsüsünde,Millî Mücadele lehinde vaaz verirken görüyoruz. O Millî Mücadele hareketi ve İstiklal mücadelesine böylece ilk fiili adımı atmış olur. Ancak bu davranışı İstanbulhükûmetinin, DamatFerit Paşa'nın, hoşuna gitmez ve "Dar'ül Hikmet'ilİslamiye"deki görevinden azledilir.5
Mehmet Âkif'in, İstanbul'da çıkarmakta olduğu Sebil'ür-Reşat (başlangıçtaki adı Sırat-ı Müstakim) dergisinde yayımladığı makalelerinde, Anadolu halkının yiğit direnişini destekler ve Hintli Müslümanlardan Hüseyin Kıdvay'ın Anadolu Mücadelesi'ni öven ve İngilizleri yeren eserini damadı ÖmerRıza Doğrul'a çevirterek dergisinde yayımlar ve bu eseri çoğaltarak bütün Anadolu'ya dağıtır.
Mehmet Âkif'i 1920 yılınınNisan ayı başından itibaren İstanbul'dan ayrılıp Anadolu yollarında Ankara'ya hareket hâlinde görüyoruz.
"Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkı tenvir (aydınlatma)e ihtiyaç varmış, çağırıyorlar.Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara'ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın.Sen idarehanenin işlerini derle topla. Sebil'ür-Reşat klişesini al, arkamdan gel." 6
Mehmet Âkif'in kendisine talimat verdiği kişi, yakın arkadaşı Eşref EdipBey'dir. Âkif, trenden iner inmez hemen meclise yönelir. Yolda Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşır.Onun "Sizi bekliyordum efendim.Tam zamanında geldiniz.fiimdi görüşmek kabil olmayacak. Ben size gelirim."7 sözleri yukarıdaki cümlelerde geçen "İhtiyaç varmış, çağırıyorlar." ifadesini teyit eder mahiyettedir.
Kastamonu'da yayımlanmakta olan"Açıkgöz Gazetesi" Âkif'in Anadolu'ya geçiş müjdesini şu satırlarla vermiştir.
"Sebil'ür-Reşat başmuharriri büyükİslam şairi Mehmet Âkif Beyefendi'nin Ankara'ya vasıl olduğu Ankara gazetelerinden okunmuştur.Zulme, hakarete tahammül edemeyerek ailesini, refahını İstanbul'da terk ile Anadolu'ya firar edebilen bu vicdanlı şairin Anadolu'muzun ahvalini şiirleriyle terennüm etmesini temenni ederiz." 8
Mehmet Âkif, Ankara'ya geldikten sonra Hacı BayramCami'nden başlamak üzere, halkı Millî Mücadele'ye kazandırmak için heyecanlı vaazlar vermiştir. İsyan bölgelerine gönderilen heyet-i nasıha (nasihat heyetleri)ların başında bulunarak isyanları yatıştırmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal'in öncülük ettiği "Kutsal Anadolu Hareketi"nin bir İttihatçı hareket olmadığını, dine ve halifeye karşı asla yapılmadığını en itibarlı bir İslam şairi ve mütefekkiri sıfatıyla halka anlatmıştır. Mehmet Âkif'in bu dönemde Eskişehir, Burdur,Sandıklı, Dinar,Antalya, Afyon, Konya ve Kastamonu'yu dolaştığı tespit edilmiştir.9
Türkiye Büyük MilletMeclisi için yapılan seçimlerde Mehmet Âkif, Biga ve İzmit'ten de milletvekili seçilmesine rağmen, Burdur'a giderek bu şehirden milletvekili olmak istediğini bildirmiştir. Meclis kayıtlarında adı, "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak geçmektedir.
Mehmet Âkif Ankara'ya geldikten sonra, Anadolu'nun birçok şehir, kasaba ve köylerinde vaaz vererek cami ile cephe arasında âdeta bir köprü kurmuştur.Onun bu vaazlarından en etkili olanı Kastamonu'da NasrullahCami'inde vaaz şeklinde irat ettiği nutuktur.
Kastamonu'nun Ankara merkezli Millî Mücadele Hareketi'nde başlangıçtan itibaren özel bir önemi vardır.İstanbul'dan gizli bir şekilde yapılan askerî malzeme sevkiyatının çok önemli bir bölümü bu cihetten yapılmıştı. Bu bakımdan Kastamonu, Anadolu Hareketi'nin askerî ve ekonomik ana üst noktasını teşkil etmişti.
Mehmet Âkif'in başta Nasrullah Cami olmak üzere Kastamonu'nun kaza ve köylerinde yapmış olduğu konuşmalar, Anadolu'nun diğer vilayetlerindeki konuşmaları gibi heyecanla dinlenmiş ve halkın üzerinde etkisini hemen göstermişti. AncakNasrullah Cami'inde 19Kasım 1920 tarihindeki konuşması, bütün Anadolu şehirlerinde yapmış olduğu konuşmalarının en etkilisi olmuştur. Âkif'in bu meşhur vaazı, başta Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının siyasî ve askerî yönden öncülük ettiği Millî Mücadele Hareketi'nin amaç ve hedeflerinin halka benimsetilmesi, zararlı ve yıkıcı propagandaların etkisinde kalınmadan birlik ve beraberliğin sağlanması yönünde yapılmış çok önemli bir konuşmadır.
Âkif, Kur'an-ı Kerim'den okuduğu ayetlerin tefsiriyle Kastamonu NasrullahCamii'ndeki vaazına başlar.Bu konuşmasında, Avrupalıların Müslümanlara karşı tarih boyunca takındığı tutum ve davranışları değerlendirir. Hindistan'da ve Afrika kıtasında Müslümanların başına nelerin geldiğini, onların ne zulüm ve sefaletler çektiklerini; hürriyet ve bağımsızlığımızı koruyamadığımız takdirde aynı alçaltıcı durumların bizim de başımıza gelebileceğini örnekler vermek suretiyle anlatır ve Millî Mücadele Hareketi'nin yürekten desteklenmesi gerektiğini ifade eder. Bunun yanında Batı'nın bilim ve teknolojisine asla yabancı kalınmamasını, hayatın ancak bununla birlikte devam ettirilebileceğini özellikle belirtir. Batılıların yalnızca işleri ve çalışma hayatlarının örnek alınmasını ister. Bu arada Sevr Antlaşması ve bize kabul ettirilmeye çalışılan kapitülasyonlarla ilgili genişçe açıklamalarda bulunarak bunların bizim için ne anlam ifade ettiğini açıklar:
"Ey Cemaat-i Müslimîn,
Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç meseleler yok mu?Havran meselesi, Yemen meselesi, fiam meselesi, Arnavutluk meselesi... Bunların hepsi, düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga,Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur.”10
“EyCemaat-i Müslimîn,
İşte bugün bizden istedikleri ne filan vilayet, ne sancaktır.Doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımız(egemenliğimiz) dır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır."11
"Zavallı dindaşlarımızdan ibret alalım da İslâm'ın son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım.Üzüntüyü, miskinliği, ihtirası büsbütün atarak azme, din için savaşa, birliğe sarılalım.Cenab-ı Kibriyâ, Hak yolunda savaşmak için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir." 12
İstiklal Harbimizin en önemli belgelerinden ve dinî hitabetle halkı coşturmanın en güzel örneklerinden biri olan bu mev'ize (konuşma) Sebil'ür-Reşat dergisinde yayımlanmış, bütün Anadolu'ya ve cephelere okunmak için gönderilmiştir.El-Cezire kumandanı Nihat Paşa, bu vaazıyla ilgili olarak Âkif'e çektiği telgrafta şunları söylemiştir:"NasrullahCami-i fierifi'nde irat buyurduğunuz mev'izenin bulunduğu mecmuanın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir.Diyarbekir Cami-i Kebiri'nde müminlere okunmuştur.Fakat bu istifade pek mahdut kalacağından cephe mıntıkasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis,Van vilayetleriyle civar müstakil mutasarrıflık (o günkü idari taksimatta idari birim) lar halkı da nasibedâr edilmek ve şerefiyle, hukuku doğrudan doğruya zat-ı âlinize ait olmak üzere Diyarbekir vilayet matbaasında tab' ve teksir edilerek bütün cepheye dağıtılmıştır.Cenab-ı Hak'kın vatanperver ve dinî gayretlerinizi meşkûr eylemesi temennisiyle hürmetlerimi takdim ederim." 13
Karşılığında Mehmet Âkif de NihatPaşa'ya teşekkürlerini telgrafla bildirmiştir.
Mehmet Âkif, bir aydan fazla bir süre Kastamonu ve kazalarında kaldıktan ve her gittiği yerde halkı coşturan ve gözyaşlarına boğan konuşmalar yaptıktan sonra Ankara'ya dönmüştür. Mustafa Kemal Paşa Âkif'le görüşerek onun İstanbul'da iken de Millî Mücadele lehine yazılar yazdığını söyleyerek takdirlerini ifade etmiş ve özellikle Kastamonu'da yaptığı konuşmalar için"Sevr muahedesinin memleket için ne kadar fecî bir idam hükmü olduğunu Sebil'ür-Reşat kadar hiçbir gazete memlekete neşredemedi. Manevî cephemizin kuvvetlenmesine Sebil'ür-Reşat'ın büyük himmeti oldu. Her ikinize de (Âkif ve Eşref Edip) bilhassa teşekkür ederim." 14 demiştir.
O günlerin manevi havası Ankara'da Eşref Edip'in ifadesiyle aynen şöyledir:"O günler ne kutsî, ne mübarek günlerdi.O günleri yaşamayanlar, bunu mümkün değil anlayamazlar. Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin halas (kurtuluş) ından başka bir şey düşünemiyor. Herkes şahsî emellerini bir tarafa bırakmış, bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı.Hırslar, husûmetler... Hep ayaklar altına alınmış... Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu.Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara'nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içinde idi." 15

Burdur milletvekili olarak I.DönemTürkiye Büyük Millet Meclisi'ne seçilen Âkif'i mecliste çok az konuşurken görüyoruz.
Bir çeşit destan hayatı yaşanan Ankara'da o, Tacettin Dergahı'na yerleşmişti.Dergâh deyince "Dervişler, ayinler hatıra gelmesin; eşraftan birinin selâmlık dairesi... Ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış, içi dışı boyalı, döşenip dayanmış."Âkif İstiklâl Marşı'nı bu dergâhta yazmıştır."Millî heyecanı koruyacak, millî azim ve imanı manevî alanda besleyerek zinde hâlde tutacak bir millî marş"ın Âkif tarafından yazılış ve kabul edilişini yakın arkadaşlarından MithatCemal Kuntay şöyle anlatır:"İstanbul'da bazı gazeteler manda isterken Âkif'in göğsü Ankara'da yazacağı İstiklâl Marşı ile dolu idi. Yalnız, marşın sesini Ankara'da buldu." 16
Mehmet Âkif, "Millî Mücadele'nin destanî marşını yazmakta güçlük çekmez.Hatta diyebiliriz ki İstiklâl Marşı'nı imanı ile o yazabilirdi.İsyanıyla ve ızdırabıyla o yazabilirdi; ömrünce yaptığı hazırlığın kazandırdığı hüviyetiyle o yazabilirdi." 17
Gerçekten de Millî EğitimBakanlığının marş için açtığı yarışmaya 724 şiir gelmiş, bunlardan 7 tanesi değerlendirmeye alınmıştı.Ancak onlar da zayıf ve yetersiz görülmüştü.Devrin kudretli Millî EğitimBakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, marşı ancak Âkif'in yazabileceği düşüncesiyle ona bir mektup göndermiş ve onu, Millî Marş'ı yazma hususunda ikna etmiştir. Başlangıçta Âkif para ödülü konulduğu için müsabakaya katılmamıştı.Bu mektup üzerine daha fazla dayanamamış, marşların en güzeli olan İstiklâl Marşı'mızı o günkü heyecanlardan ilham alarak Tacettin Dergâhı'ndaki odasına kapanarak yazmış ve kahraman ordumuza ithaf etmiştir.
Türkiye Büyük MilletMeclisi'nin 12 Mart 1921 günkü toplantısında Hamdullah Suphi Bey kürsüye gelerek gür ve heyecanlı bir sesle şiiri okumaya başlamıştır. Bütün meclis büyük bir heyecan içinde şiiri üst üste üç kez dinleyerek ezici çoğunlukla "Millî Marş" olarak kabul etmişti. fiiir, meclis tarafından dördüncü defa da ayakta dinlenerek tarihî binada yankılanmıştır.
Mehmet Âkif, derin bir mahcubiyet içinde o günkü meclis toplantılarına tevazuundan katılmayarak meclisin bahçesine çıkar.Kanunî bir mecburiyetten dolayı tahakkuk ettirilen 500 lirayı da "Fakirİslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek sefaletlerine son vermek" amacıyla kurulmuş "Dâr'ül-Mesaî" adlı hayır kurumuna verir. Hâlbuki o sıralarda Âkif'in sırtında paltosu yoktur ve birçok kişiye de borçludur.
Bundan sonra da Âkif, şiir ve makaleleriyle Millî Mücadele hareketini sonuna kadar destekleyerek sıkıntılı günler geçiren meclisin Kayseri'ye nakli fikrine kesinlikle karşı çıkmış; "Biz buradan geriye gitmektense Sakarya Cephesi'ne askerimiz gibi vuruşup şehit olmaya gideriz." diyerek "BüyükZafer"in kazanılmasında etkili olmuştur.
Zaferden sonra TBMMyenilenir, Mehmet Âkif de artık yenilenen mecliste milletvekili değildir.O, İstanbul'a Millî Mücadele hatırası olarak aldığı İstiklalMadalyası ve meclis üyelerine verilen mavzer tüfeğiyle döner.Manevî değeri çok yüksek olan bu iki armağanı hayatının sonuna kadar kutsî bir hatıra olarak muhafaza etmiştir.
Âkif, ömrünün geride kalan kısmını bir yazarımızın da ifadesiyle "Düşüncelerinden dönmeden, paraya ve mevkiye yaltaklanmadan, vicdanına hıyanet etmeden, gururunu çiğnetmeden insan olarak kalarak ve Hak bellediği yolda yalnız olarak giderek..." 18 tamamlamıştır.
En yakın arkadaşı FatinGökmen onu, şu dörtlükle en iyi ve özlü bir şekilde tanıtarak ölümüne tarih düşmüştür.
"Mum gibi yandı ciğer, çünkü vatan türküsünü
Hep geçen kapkara günlerde terennüm etti.
Çıktı "Kırklar" bir ağızdan dediler tarihin
İçimizden vatanın şairi "Âkif" gitti."

__________________
1 Eşref Edip, Mehmet Âkif Hayatı ve Eserleri,İstanbul, 1939, s. 37-38.
2 Eşref Edip, age., s. 44.
3 D. MehmetDoğan, Camideki fiair Mehmet Âkif, İstanbul, 1989, s. 9.
4 Sezai Karakoç, Mehmet Âkif, İstanbul, 1978, s. 25.
5 AhmetKabaklı, Mehmet Âkif, İstanbul, 1984, s. 31.
6 M.Ertuğrul Düzdağ, Safahat, İstanbul, 1987, s. 37.
7 M.Ertuğrul Düzdağ, age., s. 37.
8 Ahmet Kabaklı, age., s. 32.
9 M.Ertuğrul Düzdağ, age., s. 37.
10 Mustafa Eski, Millî Mücadelede Mehmet Âkif Kastamonu'da, s, 19, 27.
11 Mustafa Eski, age., s. 27.
12 Mustafa Eski, age., s. 34.
13 Ahmet Kabaklı, age., s. 34.
14 M.Ertuğrul Düzdağ, age., s. 39.
15 Eşref Edip, age., s. 71.
16 Neriman Malkoç Öztürkmen, Mehmet Âkif ve Dünyası, s. XXIII.
17 D. Mehmet Doğan, age., s. 60.
18 Hilmi Yücebaş, BütünCepheleriyle Mehmet Âkif, İstanbul, 1958, s. 101.