5 Mayıs 2009 Salı

ALİ SUAVİ Kimdir


ALİ SUAVİ

(1838 – 1879)

1838’de Tanzimat’ın ilan edildiği yılda İstanbul’da doğan Ali Suavi, İmparatorluğun en uzun yüzyılı kabul edilen 18. yy Osmanlı tarihinin fikri, siyasi ve kültürel çalkantılarının odağında olan bir Müslüman aydınıdır. Suavi, devrinin bütün çocukları gibi Sıbyan mektebinde ilköğrenimini gördükten sonra Davutpaşa rüştiyesine devam etmiştir. Daha sonra bir yıl süren, İslami ilimleri, Arapça ve Farsçayı geliştirmek için yaptığı Hac yolculuğu vardır. Hicaza azimet ederken mısırdan beş kuruşa pek eski ve biraz noksan Suyuti’nin “camiu’s sağir” adlı kitabını satın alarak bunun noksanını yazıp tamamını İzmir’e gelene kadar yolda ezberlemiştir. Daha sonra bu hadisleri bir analize tabi tutmuştur. Onun hadis ilmine olan ilgisinden dolayı “hadis muhibbi” lakabı takılmıştır ve hadis ilmi kişiliğini oluşturmada önemli bir etkendir.” Hadis-i şeriflerden zulüm aleyhine şiddetle vürud etmiş olan eserleri mecmuama ekleyip onlarla pek ilgilendim. Ve peygamberin zulüm aleyhine ol derece şiddet göstermesini en büyü ve birinci mucizesi itikad ederim. Bu hadisler beni zulüm aleyhine öyle besledi ki her tüyümü zalime karşı bir kahraman bulurdum” demiştir. Bu Hac yolculuğundan sonra ilk önce İzmir’e gelmiş, oradan da Bursa’ya geçmiştir. Arapça ve Farsçayı bilmesi, İslami ilimlerdeki vukufiyeti, gittiği bütün yerlerde toplumun ve devlet erkânın teveccühünü kazanmasına sebep olmuştur.

Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-ı Esasi (1876) gibi üç dönemin toplumsal ve fikri çalkantıları içinde yetişen Ali Suavi; dönemin birçok aydınında olan devletin bekasının muhafazası ve aynı zamanda, idari yenilenme, eğitim gibi birçok sosyal meseleyi tahlil edip daha rasyonel bir düzenin kurulması çabası ve aceleciliğine sahipti. O’nun bu özelliğinin cemiyet hayatındaki ilk belirtileri yeni görev yeri olan Filibe’de, medresedeki dersleri haricinde yeni cemiyet ve cemaatlerin teşkiline çalışması, milleti tenvir edecek dersler ve konferanslar vermesi; aynı şekilde İstanbul Şehzade Camiinde siyasi ve içtimai konularda vaazlar vermesidir. Ali Suavi, o dönemin ender rastlanılan karakterlerinden biridir. Çünkü o Rüştiye’de muallim, medresede hoca, konferanslarda hızlı bir siyasetçidir.

Suavi ilk gazete deneyimini Londra da çıkardığı “muhbir” adlı gazeteyle yaşamıştır. Bu gazete İslam dünyasına ait birçok sorunu değerlendirmeye almış ve yankı uyandırmıştır. Dönemin en önemli problemi olan Osmanlıyı değerlendirirken meşveret olgusu üzerinde durmuştur. O’nun meşrutiyet yazılarında meseleleri tamamen İslami normlarda ele aldığını görürüz. Meşrutiyetin karşılığı olarak kullandığı ıstılah (usul-ü meşveret) dahi İslami’dir. Keyfi idareyi reddeden Suavi pek tabii olarak, bu rejimin zıddı olan usul-ü meşvereti İslami ölçüler doğrultusunda müdafaa edecektir. O’na göre dahildeki sorunların sebeplerinden birisi de “fakr-ı meşverettir.” Suavi’nin meşrutiyetin ve alt birimlerinin, İslamiyet’in özünde varolduğunu ve bunların zamanla terk edildiğini açıklayan yazılarında, üzerinde durduğu diğer bir konu ise usul-ü meşveretin devlet sisteminde uygulanış şekli olan meclistir: “Elhasıl hükümet-i İslamiye şura üzere tertip olunmuştur. Milletle istişare eden devlet terakki eder. Ne güzel hükümettir o ki, varidat ve sarfiyatı birkaç kimsenin eline kalmayıp umumunun, yani millet tarafından intihap olunmuş beş altı yüz zevatın nezareti altında buluna ve israf vuku bulundurulmaya.” Muhbir gazetesinde “Meşveret meclisi olmadıkça devlet yaşamaz” diyen Suavi, “kurumsallaşmış bir devlette meclis yapı taşıdır, o yerinden oynadığı zaman devlet zarar görür ve teba’nın hakları muhafaza edilemez olur” fikrini işler: “Zira mahkûm-ı tabiat himaye olunmak ister; vüzera hâkim, teba’a mahkûm, hani hâmi?”

Öte yanda aynı gazetede dönemin Girit ve balkan muhacirleri olaylarını gündeme taşımış ve çeşitli kampanyalarla buradaki Müslümanlara yardım toplamıştır. Ayrıca doğu ve batı üzerine derinlikli makaleler yazmıştır. Doğu ile Batıyı kıyasladığı bir yazısında da "şarkta cinslik (ırk) davasına bedel Tevhid davası vardır. Yani Türklük hâkim değildir, Müslümanlık hâkimdir. Avrupa'da ise din hâkim değil cinslik hâkimdir." (Muhbir Gazetesi, 12 Haziran 1868) sözleriyle şarktaki din birliğinin önemine dikkat çekmiştir. Abdulmecid zamanında alınan bir kararla resmiyette “abd ve bende” kavramlarının padişahlara karşı kullanılması yasaklanmıştır. Suavi bu konuda: “ Abdulmecid’e rahmet olsun ki, muharrerat-ı resmiye de abd ve bende tabirlerini kullanmayı yasakladı” demiş ve öven bir yazı yazmıştır. Devletin adaletle yönetimi hususunda “ eğer Ömer gibi bir devlet başkanı isteniyorsa Osman, Ali ve Halid gibi “Allah adamları” (vatandaşlar) olmalıdır” diye yazmıştır. Osmanlı da devletin hüküm gücünü eleştiren bir yazısında:” başkasının varlığına ihtiyaç duymaksızın hükmetme gücü Allah’tadır. İşte bu anlamca insandan hiçbir fert yoktur ki, souverainete’si (amir-i mutlak) olsun. Çünkü kimse ne idrakinde ne idaresinde kendiliğinden değildir… Bu anlamda insan yapısı cemaati gerektir. İnsan cemaati ikidir. Birisi ailesi, diğeri siyasi cemaatidir ki, ümmettir.”

Suavi toplumun ilim ve kültür değerini artırması için kitabi bir kültürün yaygınlaştırılması gereğini dile getirmiştir. “ilim ve kitap medeniyetin gereklerindedir… Bedenin gıdası yemek olduğu gibi, Kalbin gıdası da ilimdir. Kalbin hayatı ameldir. Bu sebepten ilmi olmayan kişinin kalbi hastadır… Velhasıl insanın insan olması hiçbir şeyle değil ilimledir…”

Suavi Avrupa yaşantısının ilk dönemlerinde jöntürklerle birlikte hareket etmiştir. Suavi’nin diğer Jön Türklerden ayrılan özelliği, siyasi ve sosyal sıkıntılara çareler ararken, İslamiyet’i referans almaktan hiç vazgeçmemesidir.

Kısa bir ömre koca bir hayat sığdırmıştır Suavi. 14 yaşında memur olmuş, 18 yaşında Simav’da ve 20 yaşında Bursa da hocalık yapmıştır. 17 18 yaşlarında hacca gitmiş ve Ortadoğu’yu gezmiştir. 28 yaşında Londra da muhbir gazetesini ve 30 yaşında Paris’te ulum gazetesini yayımlamıştır. 27 yaşına geldiğinde telif ettiği eser sayısı 120 civarıdır.

Ali Suavi hayatı boyunca çok atak, her an galeyan halindeki “impulsif” mizacıyla bir çok devlet, siyaset ve kültür adamı ile boğuşmuş ve bu yüzden pek çok düşmanı olmuştur. Nihayet yanındaki kırk kadar adamı ile son çağ Türk tarihine Çırağan hadisesinin tertipçisi ve kurbanı olarak, neticesi belli olan ümitsiz bir isyan hareketinin “sarıklı ihtilalcisi” 1879 yılında, 40 yaşında ölmüştür.

Eserlerinin bir kısmı:

Nesayih-i ebu Hanife şerhi, Terceme-i Tertibi’l-Ulum, Terceme-i Cevami-i İlmi’r-Riyazi, Hukuku’ş-Şevari, Hive, Girit Tarihçesi, Türk, Yarım Fakih Din Yıkar, Kudreti Siyasiye Der Düvel-i İslamiye, İlm-i Usul-ul hukuk, Muhtasar İhyai Ulumuddin Tercemesi, Tedbir-i Servet, Ulema, Herseklilerin İfadatı, Ali Paşanın Siyaseti, Salname, Tercemetü Lügaz-ı Kabes Eflatun, Almanak.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

osman yüksel serdengeçti

osman yüksel serdengeçti [1917-1983]

1917 yılında Antalya’nın Akseki ilçesinde doğdu. Asıl adı Osman Zeki Yüksel’ dir. Babası Akseki Müftüsü ve bir Kuvavay-ı Milliyeci olan Ahmet Salim Efendi’dir. Aralarında Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış Ahmet Hamdi Akseki’nin de bulunduğu, alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlk İslami terbiyeyi ailesinden aldı.

İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra, 1940 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi.

Üniversite kampüsünde binlerce öğrencinin önünde okuduğu "Moskofname" adlı şiiriyle ilk defa sesini duyurdu. Ülke çapında ünlenlenmesi ise "Sabahattin Ali" davası ile oldu. Sabahattin Ali’ye tokat attığı için Cürmümeşhut mahkemesine götürülür ve 12,5 lira para cezasına çarptırılır. Davanın ikinci celsesinde hükümetin aldığı güvenlik tedbirlerine rağmen onbinlerce insan, “Kahrolsun komünistler!” diye bağırarak Türkiye’yi inletirler ve Sabahattin Ali’yi yuhalarlar. Tarih 3 Mayıs 1944’tür ve hemen ertesi günü yapılan tevkiften Osman Yüksel’de nasibini alır. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte tutuklanıp dönemin hükümetinin tabutluk ve işkence hanelerinde bir süre misafir(!) edilirler.

Osman Yüksel, yapılan tahkikat neticesinde beraat etmesine rağmen tekrar okula alınmadı. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’ e hitaben “Yüksek makamın alçak vekiline” sözleriyle başlayan çok sert bir yazı kaleme alınca, yeniden hapis edildi.

Serbest kalınca 20 Nisan 1947 yılından itibaren ünlü Serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Zamanla dergisinin adı kendi adı olarak da anılmaya başlandı. Derginin ilk sayısı defalarca basıldı. "Bir fakültenin iç yüzü" ve "Azap hücrelerinde" yazıları üzerine fakülteden kaydı tamamen silindi. Zaten mezuniyet tezi Türkiye’nin Anna Pauker’i, Doç. Behice Boran tarafından reddedilmişti.

Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında "Allah, Vatan, Millet Yolunda" ibaresi sürekli yer alan dergideki yazılarında kullandığı, "Açın kapıları Osman geliyor" sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Yazılarını cesurca yazması, yalınkılıç bir dil kullanması eserlerinin en çarpıcı özelliği idi. O dönemde kimsenin söyleyemeye cesaret edemediği şeyleri o yazmıştır. Tek parti yönetiminin İslamiyet ve müslümanlar üzerindeki ağır baskılarını protesto eden aydınların önde gelenlerin arasında yer alan Osman Yüksel, bu nedenle de Anadolu’da efsanevi bir kahraman gibi tanındı. Serdengeçti dergisi 1947-1962 yılların arasında ancak 33 sayı çıkabilmişti.

1952 yılında tek sayı çıkarabildiği Bağrıyanık adlı bir mizah gazetesi yasak yayın sayıldı. Başlığı altında, "Hak yolunda bağrı yanık yolcular" sözü yer alan bu yayınında mücadelesini zengin esprilerle dolu yergileriyle sürdürdü.

Akrabası da sayılan İsmet Hanım’la evlendi ve bu evlilikten bir erkek çocukları dünyaya geldi. Lakin o da iki yaşında vefat ettikten sonra bir daha da çocukları olmadı.

1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekili seçilerek, parlamentoda görev yaptı. Batılılaşmayı protesto için ortaya koytuğu tutuma binaen, mecliste kıravatsız milletvekili olarak da ün kazandı. Protokollerden her zaman uzak durmaya çalışmıştır. Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden AP.’den ihraç edildi. Siyasetten çekildikten sonra hayatını Ankara, Antalya, Akseki ve İstanbul’da dolaşarak geçirdi.

Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl ve daha başka bir çok kişinin fikir ve mücadelesinin tanınmasına katkıda bulundu.

Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayımladığı yazı ve kitaplarla devem etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde, "Selam" başlığı altında günlük fıkralar yazdı.

66 yıllık hayatının büyük bir kısmı, akıl almaz mücadelelerle geçen, hapishaneleri mekan tutan, bildiğini söylemekten çekinmeyen Serdengeçti, Türk milliyetçiliği akımına fikirleri, mücadelesi ve şahsiyetiyle bayrak olmuş, öncülerdendir. Ömrünü, Türk-İslam ülküsüne hizmetle geçiren inandığı dava ve ülküsü uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan büyük bir dava adamı, mümtaz bir insandır. Tek parti döneminin Müslümanlar üzerinde uygulamış olduğu her türlü baskı ve zulümlere karşı Nihal Atsız, Necip Fazıl gibi dönemin önde gelen şahsiyetleriyle zulme karşı direnen yılmaz bir kavga adamıydı. Resmi ideolojinin devlet terörü noktasına varan baskıcı uygulamalarına karşı, müslümanların sesi ve sözcüsü olmuştur.

Serdengeçti, yasak, kural, baskı tanımayan bir karakter taşıyordu. Başkalarının tesirlerine kapılmaz, kendisi çevreye tesir ederdi. Sert ama espiri dolu bir konuşma ve yazı üslubu vardı. Sempatik, cesur ve ataktı. Şahsiyetinin temel esaslarını içerisinde yetiştiği İslamî iklimden almış; dinî, tarihî, edebî eserleri okuyarak kültürünü zenginleştirmişti. Aynı zamanda şairdi. Yüksel Serdengeçti, bütün cesaret ve şecaatine rağmen daima aksiyonu değil, fikri ön planda tutmuştur.

Önemli eserleri, Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı’dır.

Hüseyin Üzmez’in ‘Şu Bizimkiler’, ve A.Rahmi Balcıoğlu’nun ‘Serdengeçti’ kitabında kendisinden bahsedilir.

Osman Yüksel hayatının son dönemlerine doğru Parkinson hastalığına yakalandı. Zaman zaman hastalığını da alaya aldı. Bir hemşehri ziyaretinde gece su içmek için kalktığında düşer ve kalçasını kırar. Bir daha da yerinden kalkamaz. Önce Konya Üniversitesinde sonrada Hacettepe Üniversitesinde tedavi görür. Yurdun dört bir tarafından ziyaretçileri gelir.

Yakalandığı parkinson hastalığından kurtulamayarak, 10 Kasım 1983’te Ankara’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cebeci Asrî mezarlığında mütevazı kabrinde yatmaktadır.

1960’lı Yıllarda Türkiye’de İslami Uyanış


1960’lı Yıllarda Türkiye’de İslami Uyanış






Zübeyir Yetik,Nihat Armağan,Akif İnan birarada



Sizce, 1960'lı yıllar Türkiye'sinde Müslümanların bilinçlenmesine ve İslami uyanışa katkıda bulunan en önemli faktörler ve etkinlikler neler olmuştur.

HakSöz

1960 ihtilalinden sonra başlayan dışa açılmalar sonucu her sahada olduğu gibi yayıncılık alanında da değişiklikler gözlendi, ilk defa Ortadoğu'dan Seyyid Kutub'un Sosyal Adalet kitabı yayınlandı. 61 Anayasasıyla sosyalizme kapı açık olduğu için sosyal adalet, sosyalizm propagandaları yapılırken, Sosyal Adalet kitabı çok ilgi gördü. Bu vesileyle birçok gencin İslam'a ilgi duymasına sebep oldu. Bu ilgi 64-65'ten sonra biraz daha hız kazandı. Biz de 65'den sonra Hilal dergisi ve yayınlarını yönetiyorduk. Dışa açılma çerçevesinde İslam dünyasından kitap, dergi, bültenler gelmeye başladı. Bunların de­ğerlendirmesini yapmaya başladık, İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsça yayınları okuyup faydalı bulduklarımızı dergide makaleler halinde, seri yazılar halinde neşrettik, daha sonra da kitaplaştırdık. Cağaloğlu Yayınevi'nin 'İslam'ın Etrafındaki Şüpheler' adlı kitabı epey tutuldu. Bir iki baskı yaptı. Hilal'de çıkan '20. Asrın Cahiliyyeti' kitabı da öyle. Bu durum 1970'e kadar hızlı bir şekilde tercümelerle devam etti.

O yıllarda gençlik büyük bir arayış içindeydi. Dışa açılma sayesinde Sosyalizm propagandaları gençlik üzerinde etkili oluyordu. Sosyalizm rağbetteydi. Gençler Beyazıt'tan Taksim'e kadar yürüyüş yapıp sosyalizm istiyoruz diyorlardı. Sosyal adaletin böylesine gündemde olduğu bir dönemde 'İslam'da Sosyal Adalet' ve 'İslam 'in Etrafındaki Şüpheler', '20. Asrın Cahiliyyeti' gibi kitaplar pek çok soruya cevap veriyordu. Allah'ın takdiri o ki, İslam kelimesi çok ilgi uyandırdı. Yayıncılığa başladığımız ilk yıllardaki tecrübesizliklerimizi giderek düzeltiyorduk. Tercümeler konusunda da daha bir dikkatli davranıldığı görülüyordu. Yayınevlerinde de bir hayli artma oldu. Müslüman gençlerde de büyük gelişme oldu. Dergide Mevdudi'yi tanıttık. Hasan El Benna, Muhammed Ebu Zehra, Abdullah Draz gibi İslam dünyasının seçkin, alim kişilerinin eserleri tercüme edildi. Tercüme eserlerin artması sonucu, tercümeye karşı çıkanlar da oldu. Yerli yazarların eserlerini basmalı, eski Osmanlı yazarlarına el atıp, kendi mirasımızı bulabiliriz, bunları yayınlamalıyız diye görüş ortaya atanlar da oldu. Biz müslümanın dünya görüşü etrafında sınır tanımadığını, müslümanın bulunduğu yerin kendi vatanı olduğu görüşünü savunarak, bu tür yayınlara devam ettik. Yerli yazarlara ağırlık verelim, kendi mirasımızı araştıralım şeklindeki görüşe ise şöyle cevap verdik. Önce Müslüman gençlik için iyi bir alt yapı gerekiyordu. Bu alt yapı oluşursa yerli fikir adamlarının yetişmesi mümkündü. Nitekim daha sonra da böyle oldu. İdeolojik yayıncılık da bu şekilde sürerken herkes esas kaynağa dönme ihtiyacını hissetti. Toplum zorlamasıyla tefsir, hadis, tarih, sosyoloji alanlarında birçok yayın yapıldı. Bunlardan sonra daha önce sözünü ettiğimiz bir yayın süreci içerisinde faydalanan gençlik semeresini vermeye başladı. Aradan 20 sene geçtikten sonra gerek üniversitelerde görevli arkadaşlar gerekse serbest çalışanlar esas kaynağa dayalı eserler vermeye başladılar.

O yıllarda içinde bulunduğumuz şartlar böyle kaynak eserlere yönelmeyi gerekli kılıyordu, insanlar merak ediyor, ilgi duyuyor, öğrenmek istiyordu. Bir şey ihtiyaç olursa ortaya çıkar. Bu eserler toplumun ihtiyacı olarak belirdiği için birdenbire böyle bir artış gözlendi, ilmi eserlerle beraber ideolojik çalışmalar da beraber yürütüldü. Toplumun kitap, dergi, yayıncılık olayına bakışı gittikçe gelişti. Birçok dergi birçok yayınevi faaliyete başladı. Bu bize kitabın öneminin kavranmış olduğu intibaını verebilir.

Kur'an'da belirtildiği gibi her şey okumakla başlar. Kitap ilk defa 'Oku' diye başlıyor. Yaratıcımız böyle emir veriyor. Bizim için bu emir doğrultusunda kitap okumak önemlidir. Tek kaynağımız Kur'an'dan aldığımız bu emirle durmadan okumak zorundayız. Önce kendimiz için, sonra yakın aile çevremiz için daha sonra toplum için okumak zorundayız.

Kur'an meallerine ihtiyaç duyuldu ve basıldı. Kur'an'ın okunmasıyla ilgili ön kitaplar yayınlandı. 1960'lı yıllarda yayınlanmakta olan dergiler aktif olarak İslam dünyasındaki gelişmeleri takip etmeye başladılar, geniş bir şekil de İslam dünyasındaki haberlere, konuşmalara ve yazılara yer verdiler. Mesela Mısır ve Suriye'deki Müslümanlara yapılan zulümlerle ilgili yayınlar yapıldı. Dışarıdan gelen müslüman kardeşlerimizle görüşmeler yapıldı. Dostluklar kuruldu, ilişkiler gelişti. Yeni yetişen gençlerimizin çoğunun dil bilmesi sayesinde anlaşma imkanımız arttı.

Nihat Armağan ile Röportaj

Haksöz Dergisi - Sayı: 14 - Mayıs 92

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Hamza Türkmen ile İslamcı Düşüncenin Bugünü


"Türkiye'de İslamcılığın Kökenleri" ve "Türkiye'de İslamcılık ve Özeleştiri" isimli kitapları Ekin Yayınları'ndan çıkan Hamza Türkmen ile İslamcı düşüncenin bugünü hakkında bir ufuk turu yaptık. Türkmen'e göre İslamcı hareketin yaşadığı savrulmanın başlangıcı 28 Şubat darbesinden önceye uzanıyor. 28 Şubat döneminde yaşanan baskı ise bu çözülmeyi hızlandırdı.
Öncelikle bir İslamcılık tanımlaması yapar mısınız?
İslam'ı anlamak, yaşamak ve yaşatmak için gösterilen çabalara Müslümanlık, İslamilik, İslamlaşmak, İslamcılık gibi isimler verildi. Bizim coğrafyamızda bu konu Cemaleddin Afgani'nin İttihadı İslam projesiyle gündeme geldi. Afgani'nin projesinde asla dönmek, şurayı esas almak, antiemperyalizm vardır. Bu 19. ve 20. yüzyıldaki tüm hareketlerin genel karakteridir.
Hasan el Benna, sadece İslam Dünyası'nın değil Mısır'ın sorunlarını da hesaba katan fikirleri vardı. Türkiye'yle ilgili meseleler hakkında kafa yoran İslamcıları "sağcı" ve "Türkiyeci" kılan ne?
Kendimi bir ümmete ait kabul ederim. Kimliğimizin Kahire'si, Şam'ı olmaz. Kürt, Çerkez ya da Türk olmamız bizim birbirimizi daha yakından tanımamızı sağlayan renklerdir. Niçin Hayat yerli oluyor da, Halep yabancı olsun. Bunlar bize yabancıların dayatmaları. Bunları biz belirlemedik. Bize dayatıldı. İslam coğrafyasını cetvelle yapay sınırlara bölen de biz değiliz. Ama değil İslam coğrafyasında, Türkiye sınırları içinde de bölgesel farklılıklar yok mu? Mesela Mardin'de yaşayan bir insanla, İstanbul'un varoşlarında yaşayan ya da Bodrum yaşayan Müslüman'ın sorunları yereldir. Bölgesel sorunları elbette evrenselleştiremeyiz. Ancak bölgesel sorunlara hangi evrensel ilkelerle yaklaşacağımız çok önemlidir. Bir de insanların kimliği Batmanlı, Mardinli ya da İstanbullu olması değildir. İnsanların kimliği Müslüman olup, olmamasıdır. İran İslam Devrimi bölgesel bir içtihattır. O devrimi üreten şartları burada tekrar edemem. Bu tip yanlışlıkları eleştirelim derken sahip olduğumuz ortak doğruları asla karalamamak, asla örtmemek gerekir.
Peki, niçin böyle bir sorunla karşı karşıyayız?
Biz içtihadî, vahyi olandan uzaklaştık. Ümmet olma bilincimizi kaybettik. Yeniden öze dönmek için kimliğimizi Kur'an'la yeniden inşa etmeliyiz ki bunun yerellikle alakası yok. Her milletten insan Müslüman olabilir. İslami konulara yaklaşan insanların hangi perspektiften baktığı çok önemli. Ben kaba hatlarıyla üç ayrı bakış açısı görüyorum. Bir "gelenekçi bakış açısı", taklitçi bakış açısı da diyebiliriz. Eskiyi eleştirmeden devam edenler bu gruba girer. İkincisi "yıkıldık, bittik" diyerek Batılı paradigma ile işbirliği yapalım diyen "modernist bakış açısı". Üçüncüsü ise "peygamberi bakış açısı"dır. Fıtrattan kopanı vahiyle düzeltmek. Islah kavramını Osmanlı "uzlaşma" anlamında kullanmıştır. Oysa bu kavramın aslı "devrimci"dir.
Öte yandan Türkiye'deki İslamcı hareketleri de üç ayrı kategoride tasnif ediyorsunuz… Bunlar arasında çatışma mı var?
İslamcılık bir taraf olmayı ifade eder. Siyaset dost ile düşmanı ayırmakla başlar. Osmanlı İslamcılığı kendi payitahtını korumayı öncelese ve vahyi değerleri bütünüyle içselleştirmemiş olsa da karşı çıktığı öteki Batı emperyalizmidir. Türkiye İslamcılığı diyebileceğimiz Milliyetçi ve Mukaddesatçı çizgi de kendi kimliğini ezen, anladığı İslamı sindirmeye, yasaklamaya çalışan anlayışa karşıdır. Devletle uzlaşmaya çalışan insanlar da 28 Şubatta itilip, kakılmıştır. Çünkü şekilsel anlamda da olsa İslam ile bağını korumaktadırlar. Bu yaklaşım biçimi kendini İslam'a ait hissediyor. Tevhidi bakış ile bu bakışlar arasındaki ortak payda aralarında diyalog kurulmasını sağlayabilir. İslam ile irtibatlı olmak çok önemli bir avantajdır. Tevhidi Uyanış ile Türkiye İslamcılığı birbirine düşman değildir. Yeter ki vahye dönelim, ortak doğruları paylaşalım, birbirimizi ıslah edelim.
Tevhidi Uyanış'ın ideal devlet kurgusu var mı?
Allah Teala "eceli gelmiş" ümmetlerden bahseder. Osmanlı Devleti kendini İslam'a ait hisseden son medeniyetti. Bu medeniyet batıya karşı kendini geliştiremedi. Biz 6, 7 asırdır tevhidi bilinçten uzaklaşmış durumdayız. Şuraya yer veren son devlet Muvahhidlerdir. O tarihten beri İslam Dünyası'nda Şurayı esas alan bir yönetim yoktur. Medeniyet bir yaşam modelidir. Osmanlı Devleti'nden ciddi bir şey kalmadı. Osmanlı Medeniyeti bizim için bitmiş bir medeniyettir. Bir ümmetleşme süreci başlatmalı bunun için de vahye dayanan bir model inşa etmeliyiz. Kendi inancımızı güzel söylemeye başladığımızda kendi medeniyetimizi yeniden inşa edeceğiz. Medeniyetimiz ölmüştür ama kitabımız yaşamaktadır. Bu hayata yeni bir insan, batılı paradigmaya karşı alternatif koymalıyız. Geçmişle, arkaik şeylerle oyalanmamalıyız.
1970'lere özel bir önem veriyorsunuz. Biraz açıklar mısınız?
Evvela 1970'lere nasıl gelindiğine bakalım. Cumhuriyetten sonra kurucu kadrosu biz ümmetten bir millet yarattık dediler. O günden sonra İslami kimliğin bir üst kimlik olmaktan çıkarılması, bastırılması tartışması yaşadık. Ulusal ideoloji, resmi ideoloji çok büyük baskı yaptı. Şeyh Said sonrası 1945'lere karşı sükut dönemi yaşandı. II. Dünya Savaşı sonrasında dinin komünist tehlikeye karşı dinin kullanılabileceği bize telkin edildi. Ondan sonra bir barışma süreci yaşandı. Bunda art niyet yok. Namaz kılmak, hacca gitmek, Kur'an okuyabilmek için "Devlet bizim" dendi. 1970'lere gelinceye dek Türkiye'deki İslami çevreler genellikle devletçi, milliyetçi, mezhepçi çizgidendi. 70'lerde İslam Dünyası'ndaki uyanışın kimi tezahürleri bize yansımaya başladı. Kur'anla tekrar tanışmak, bağımsız Müslüman kimliği inşa etmek fikri ağır ağır büyümeye başladı. Çoğu üniversite öğrencisi olan bu insanlar kendilerine İslamcı değil Müslüman diyor, İslami kimliğimizi yeniden inşa edeceğiz diyordu. Resmi ideoloji de gelenekçi çevreler bu insanları dışarıdan önce Vahhabi, sonra İrancı en nihayetinde İslamcı olarak tanımladı. Seyyid Kutub'un Mevdudi'nin, Hasan el Benna eserlerinin bu yönelimde çok payı oldu. Türkiye'de sistemin kimliğinden bağımsız bir İslami kimlik arayışı çok az insan arasında 70'li yıllarda başladı. Buna biz uyanış süreci diyoruz. Bu insanların modeli, örneği yoktu. El yordamıyla hareket ettiler. 12 Eylül bu insanların başına geldi. Bu açılım Türkiye tarihinde en önemli harekettir. Osmanlı Devleti'nde Kadızadeler kısmen bu akımı hatırlatan tavır içindeydi.
Bu tavır nerede hata yaptı ki özeleştiri yapmak zorunda kaldı?
Şura temelli yapılar oluşturmalıydık. İnsanları vahiyle irtibat kuracak hale getirmeliydik. Biz bunları yapacağımıza biraz da konjonktürün etkisiyle bir yanlış yaparak öncelikle iktidar olmayı hedefledik. Kendi bireysel devrimlerimizi gerçekleştirmeden iktidara yöneldik. Bir grup içeriden iktidarı ele geçirecekti, bir başka grup da devrim yapacaktı. Toplumun vahiyle gerektiği kadarıyla uyarılmadan bunlar gündeme geldi. Bu insanlar hayatla tanıştıkça hayatın handikaplarını öğrenerek devrim yapamayacaklarını anladılar ve hayal kırıklığına uğradılar. Demokratik yolları düşünenler ise Türkiye tarihinde en önemli kazanımı sağlayarak namaz kılan bir başbakan çıkardılar ama iktidar olmakla muktedir olmak arasındaki fark gündeme geldi. Bu da başka bir moral bozukluğuna yol açtı.
28 Şubat olmasa da çözülme yaşanır mıydı?
Aslında çözülme 28 Şubat öncesinde başladı. 28 Şubat olmasaydı yine çözülme olacaktı ama baskı çözülmeyi hızlandırdı. Liberalleşmeye savruldu kimileri, kimileri entelektüel tasavvuftan bahsettiler. Savrulan insanlar bilgili ve duyarlıydı ama bilinçli değildi. AK Parti de bu savrulma sürecinin bir sonucudur. Gerek Milli Görüş gerekse de Tevhidi Uyanış çizgisinden insanlar bugün AK Parti'nin ağır yükünü taşıyor. Bu insanlar mağlubiyet psikolojisi içindedir. AK Parti bir mağlubiyet partisidir. Ancak AK Parti kadroları bu mağlubiyetin özeleştirisini yapmamıştır. İddialarını terk etmişlerdir. İçe kapanan, bireyselleşen tavırlar ortaya çıktı. Dışarıdan bu insanlara bakanlar ise namaz kıldıkları sürece "tehdit" olarak algılarlar. AK Parti kapatılsa da kapatılmasa da iktidarda kalacak ama daha liberalleşmiş olacaklar. Bir kısım içe kapanacak. İçe kapanmak savrulmaktan daha erdemli olabilir ama özeleştiriye yer vermez.
Bu noktada "İçtihat Kapısı" meselesine gelebiliriz belki…
Biz kavramlarımızı kaybetmişiz. Onlara yeni anlamlar vermiyor vahyin ışığında yeniden hayata katmaya çalışmalıyız. Kur'an her şeyi ölçüsünü bildirir. Kur'an'da bulunmayan şeyleri Kur'an ve muhkem sünnetle yeniden yorumlamalıyız. Bunu durdurduğumuz an hayatın gerisinde kalırız. Müslüman her an vahiyle hayat müdahale eden kişidir. Bizi ilgilendiren şekil değil özdür. Biz içtihat yapmayalım diyen insanlar mukallittir. Bir hata varsa, yenilgi varsa "düşmanda" değil bunda aramalıyız. Bir modernistte, gelenekçi de, tevhidi bakışa ait insan da içtihattan bahsediyor. Yorumlar mutlak hükümler değildir. Ancak esaslar vahye mi dayanıyor? meselesi önemlidir.
Siz 70 yılların gençliği diyordunuz. Şimdi 28 Şubatı hatırlamayan yeni bir gençlik var.
12 Eylül öncesi gençlik ideolojik, aktif bir gençlikti. Sağcı, solcu hepsi öyle idi. Ama bu gençlik 12 Eylül ile birlikte kırıldı, Özalizmle de köşe dönücülük empoze edildi. 28 Şubattan sonra tüketim kültürü nesnesi olma dayatıldı. Kapitalizmin istediği insanların birey olmasını istedi. Dindarlık fıtri bir duygudur. İslam'a ait manevi bir şey aramak hoş ama orada kalıyor. ABD'nin ürettiği "Ilımlı İslam" projesi dindarlığı dar bir ritüele indirgiyor. Asla siyasete karışmasınlar diyorlar. Kur'an münkeri gidermek, ıslah etmek için indirilmiştir. Fatiha yada İhlas surelerinde siyaset var. Bu güncel bir siyaset değil. Bu insanlar amacından kopuk bir dini yaşasınlar istiyorlar. Modernist, pozitivist dönemde baskı vardı. Postmodern dönemde "herkese sen de doğru olabilirsin" diyorlar. "Benim ürettiğimi tükettiğin sürece istediğin gibi yaşayabilirsin" diyor bugünkü anlayış. Tüketim kültürü tesettürü mankenleştiriyor. Namaz dünyada yaşanan zulmü gidermek için vardır. Bu gençliğe vahyin hayatta en önemli değer olduğu gösterilmeli. Bu içtihat yapmadan nasıl yapılacak?
Yeni bir ilmihalden bahsediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
İlmihal, dinamik bir kavramdır. Hal ilmidir. İlmihallerde suların temizliği çok önemlidir. Ama radyoaktif kirlenme yoktur. Yani yeni bir ilmihal yapmamız gerekmektedir. Mekke'de bir avuç insanın örnekliğini cahili çağda nasıl dirilteceğimizi yeniden değerlendirmemiz lazım. Ona göre insanları uyaracağız. Muhataplarımızı bilmemiz lazım. Yaşadığımız toplumu gereğince vahiyle uyardık mı? Hangi araçlarla nasıl insanları uyaracağız? Biz kalkınmak için kapitalistleri taklit edemeyiz. Bugün merkez kapitalizmdir. Merkeze benzeyerek, onların yöntemlerini kullanarak bir şey yapamayız. Bu çemberi aşmamız lazım. Küresel kapitalizme küresel cevap vermeliyiz. Ancak bu diriliği tartışır ve üretirsek bir şeyler yapabilir, bir gelecek tasavvuru inşa edebiliriz. Bu yeni ilmihaldir. Ayağı yere basan bir gelecek tasavvur etmeliyiz.

1 Mayıs 2009 Cuma

Milli Görüş Hareketinin 40 yıllık İslamcı Serüveni


Milli Görüş Hareketinin 40 yıllık macerası

Milli Görüş partilerini ortaya çıkaran en önemli unsur Türkiye’nin kendine özgü bir modernleşme projesi ile ortaya çıkması ve merkez sağ ile merkez solun kendine bir temsil mecrası aramasıdır.

Ali Bulaç ile Çıra Yayınları’ından çıkan yeni kitabı “Göçün ve Kentin Siyaseti”nde Milli Nizam Partisi’nden Saadet Partisi’ne Milli Görüş Hareketi partilerinin kırk yıllık macerasını değerlendirdik.


Türkiye’de asker ve sivil bürokrasinin başlattığı “modernleşme’’ projesinin öngörmediği bir çizgi idi Milli Görüş. Nasıl ortaya çıktı. Reaksiyon alarak mı ?
Sadece bir reaksiyon değil aynı zamanda da bir iddia olarak da ortaya çıktı Milli Görüş. Onu ortaya çıkaran tarihsel ve toplumsal sebepleri anlamak için biraz geriye dönmek gerekir.


19. yüzyılda bizim tarihimizde iki farklı modernleşme projesi var. Biri II. Mahmud’a diğeri de II. Abdulhamid’e ait olan, II. Mahmud’un projesi devletin, sarayın bir tercihi olarak ortaya çıktı. Çevre güçlerini, toplumu hesaba katmıyor. Müzakereye dayanmıyor. Sivil değil ve dini de engelleyici bir unsur olarak görüyor. Bu projeye göre modernleşmenin referans noktası batı daha doğrusu Avrupa hatta Fransa’dır. Fransa’dan da III. Cumhuriyet dönemidir. O kadar özelleştirilmiştir. Çok başarılı bir proje değildir.

Ya II. Abdülhamit?

II. Abdülhamit’in bir takım kaygıları vardı. Yakın vadede Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılacağını, toprak kaybedeceğini tahmin ediyor. O mümkün mertebe devletin ömrünü uzatıp bu arada toplumu, ülkeyi, devleti takviye etmeyi amaçlar ve modern batı dünyasının kurumlarını kendimize mal ederek almak ister. Abdülhamid aşağıdan yukarıya bir modernleşme projesi tasarlıyor, dini de bir meşruiyet çerçevesi ve motivasyon aracı olarak kullanıyor. Kültürün formunu koruyor ama muhtevasını modernleştiriyor.


Bu durumda Cumhuriyet’le II. Mahmud’a geri dönüldü diyebilir miyiz ?

Mustafa Kemal ise II. Mahmud’un Modernleşme Projesine dönüyor ve mantıki sonuçlarına kadar götürüyor.
Peki, ya Milli Görüş’ü hangi saikler ortaya çıkarıyor?

Tek partili dönem ile 1970’ler arasındaki iki önemli gelişme ortaya çıkıyor. 1946’da çok partili siyasi hayata geçişle çevre modernleşme sürecine katılmıştır. Böylece devlet kendi başına karar alan bir aygıt olmaktan çıktı ve toplumun da karar mekanizmalarında, karar sürecinde etkisi olmaya başlıyor. Bu II. Mahmud projesinin birinci ayağının çökmesi anlamına geliyor. İkinci önemli gelişme ise çok büyük bir göç hareketinin meydana gelmesidir. Anadolunun her yerinden başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere akım başlıyor. Gelenler kendilerini merkez sağ ve merkez sol partilerde ifade edemiyor.
Merkez niçin yetersiz kalıyor?

Çünkü merkez sağ ve sol partiler II. Mahmud’un modernleşme projesi çerçevesinde devletin partileri olarak ortaya çıktıkları için gelenlere her hangi bir şey vaat edemiyolar. Ne onları sisteme katabiliyor ne de toplumsallaştırabiliyorlar. Zaten Demokrat Parti’nin nasıl bir sonuç vereceğini öğrenemiyoruz. Çünkü 27 Mayıs ihtilali ile engelleniyor. Onun yerine kurulan Adalet partisi bir merkez sağ partisi olarak ortaya çıkıyor. O dönemde bir yanda tek parti dönemini temsil eden sol Cumhuriyet Halk Partisi, öteki tarafta merkez sağ bir parti olarak ortaya çıkan Adalet Partisi vardı. Milli Görüş partilerini ortaya çıkaran en önemli unsur benim kanaatime göre Türkiye’nin kendine özgü bir modernleşme projesi ile ortaya çıkması ve merkez sağ ile merkez solun kendine bir temsil mecrası aramasıdır.

Milli Görüş Partilerinden en uzun ömürlüsü olan Milli Selamet Partisi’nin Milli Görüş söyleminin Refah Partisi zamanında yerini “Adil Düzen’’ söylemine bırakması bir zig zag mıdır ? Yoksa doğal akışı içinde yaşanan bir gelişme mi?

Bu çok doğal bir şeydir. Önemli olan etkilediğiniz ve etkilendiğiniz zaman kendinizi, projelerinizi ne kadar koruyabildiğinizdir. Milli Nizam Partisi’nin ömrü kısa oldu. Onu fazla hesaba katmamak lazım. Milli Selamet Partisi kartezyen bir parti idi. Ağır sanayi kalkınmasına dayanıyordu. Kalkınmayı ikiye ayırıyordu. Ahlak ve maneviyat alanında bir kalkınma bir de sanayide yani maddi alanda bir kalkınma. O gün için bunun bir anlamı vardı.

Ne değişmişti?
Dünya sanayi devrimini 1950’de tamamladı. Sanayi sonrası topluma geçildi. Batı artık sermaye yoğun, kâr marjı yüksek ve çevreye az zarar veren yüksek teknolojiyi kullanırken ağır sanayiyi bizim gibi ülkelere ihale ediyor. Ağır sanayi emek yoğun, kâr marjı düşük ve çevreye zarar veren bir üretim tarzı. ABD’de tarım yüzde 3’e, sanayi yüzde 17’ye düşerken ekonominin asıl büyük gövdesi hizmet sektörüdür.


Refah Partisi’nin temel dinamikleri nelerdi?

Dünyanın yüzde sekseni kol gücüyle amelelik yapıyor. Yüzde on yedisi yönetiyor. Yüzde üçü ise tasarlıyor. Ağır sanayi bu genel trende uygun düşmüyordu. Bunu ne zaman net bir biçimde anladık? Sovyetler çöktüğü zaman... Sovyetlerin o ağır sanayisi batı ile rekabet edemiyordu ve birinci sınıf bir orduya karşılık üçüncü sınıf bir ekonomi vardı. Refah Partisi zamanında metropoller devasa boyutlara ulaşınca insanların talepleri ve beklentileri değişti. Refah Partisi’ni öne çıkartan faktörlerden biri Adil Düzen’di.

Adil Düzen neye karşılık geliyordu?

Adil Düzen adil bölüşümü ifade ediyordu. İnsanlar adil bir düzen sağlanırsa gelir bölüşümünün adil olacağını, yoksullara, çiftçilere, sabit gelirlilere daha çok pay aktarılacak diye düşündüler. Bunu Erbakan’dan önce Ecevit “hakça düzen” diyerek kullandı. Hem adalet hem de hak dini kavramlardır. Refahı öne çıkaran ikinci kavram ise “İslam Kardeşliği” idi. 1984’ten sonra Türkiye’de PKK ortaya çıkmıştı. Kürt meselesi ortaya çıkmıştı. Hem Kürtler Türkiye’den ayrılmak istemiyor hem de Türkiye Kürtlerin ayrılmasını istemiyor. Bunları bir arada tutacak bir yapıştırıcıya ihtiyaç var. O zaman Refah Partisi İslam Kardeşliği vurgusunda bulundu. Bu kavramın içini hukuki olarak doldurmadı. Fakat bu insanları bir arada tutuyordu. Üçüncü önemli özelliği ahlak ve dürüstlüğü savunuyordu. Kirli bir dünyada yaşıyoruz. Dürüst bir yönetime ihtiyaç var. Refah Partisi’ni iktidara taşıyan bu idi.

Dördüncüsü çok net bir kimlik tanımı yapıyordu Refah Partisi. “Biz Müslümanız. Batıdan ayrıyız. Kendimize ait bir kimliğiz var. Bir kimlik krizine düşmemize gerek yok. Osmanlıyız. Zengin bir tarihimiz var.” diyordu. Beşincisi de bir dış politika teklifi vardı. İslam Dünyası’nın lideridir Türkiye diyordu. 1996’da iktidara geldiğinde de D8’leri ortaya attı.

Refah’ın yakaladığı dinamizm niçin devam etmedi?

MSP ile RP arasında tabii ki çok önemli bir fark vardı. Bu söylem ve program farklılığını ortaya çıkaran iki önemli faktör iç toplumsal değişme ve dış küresel değişim idi. Refah Partisi iç ve dış konjonktürel değişmelere paralel olarak değişti. Fazilet Partisi’ne gelince değişme konusunda bir direnç ortaya çıktı. Bu direnç de dış konjonktürün bastırmasıyla bölünme ile sonuçlandı.

2009 itibariyle siyasi tabloyu nasıl tanımlıyorsunuz?

Saadet Partisi 2009 seçimlerinde eşiği aştı. Toplumsal merkezle irtibat kurmayı yakaladı. Fakat şu anki konjonktürden dolayı az oy aldı. Şu anda Ak Parti’nin arkasına iki parti takıldı. Cumhuriyet Halk Partisi ve Saadet Partisi. Halbuki oylarını yükselten dört parti var.

Evet, MHP ve DTP’yi saymadınız…

Fakat onların gelişme dinamikleri yok. Onlar etnik temelle siyaset yapıyorlar. Biri Türk diğeri ise Kürt milliyetçiliği yapıyor. Gelişme dinamiği yok bunun. Gelişme dinamiği toplumun büyük kesimlerine ulaşıp Türkiye üzerinde şemsiye açabilme yeteneği demektir. Fakat açılımlardan sonra CHP’nin ve Saadet Partisi’nin böyle bir gelişme dinamiği var.

Ak Parti’nin handikapı nedir?

Ak Parti’nin handikapı şudur; Merkez partisi olayım derken devletin merkezi ile bütünleşti. Halbuki merkez toplumsal merkezdir. Bu yüzden kaybediyor. Siyaset boşluk kabul etmez. Ak Parti bu hatayı yapınca o boşluğu dolduracak birileri çıkacaktır. Boşluğu doldurmaya iki aday parti Saadet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’dir.

Sanki bu tablo 1970’li yılların başını andırıyor biraz, Adalet Partisi’nin yerine yükselen CHP ve MSP gibi…

iraz da öyle. AK Parti eğer hatalarını düzeltmeyecek olursa ANAP’laşarak onun gibi sahneden çekilecek. Saadet Partisi 1970’lerdeki dinamizmini yakalayabilirse MSP ve Refah gibi yükselişe geçecek. Bunu tayin eden şey toplumsal destek ve sayısal destektir. Şu anda Ak Parti’nin sayısal desteği yüzde 38, buna karşılık toplumsal desteği yüzde 30’un altında. Halbuki 2002’de sayısal desteği yüzde 34 iken toplumsal desteği yüzde ellilerin üzerindeydi. Ben Recep Tayip Erdoğan’ın verilen toplumsal mesajı doğru algıladığını düşünüyorum. Çok köklü reformlar yaparsa bunu durdurup kendi lehine çevirebilir. Fakat çok büyük şeyleri göze alması gerekecektir.


AK Parti’nin içinde bir “değişim’’ gerçekleştirmesine engel faktörler var. Mesela Cemil Çiçek’in söylemi…
Ak Parti’nin merkezi adına toplumsal gidişini frenleyenler vardır. Ayrıca iktidarın nimetlerinden yararlandıktan sonra dindar kitleye tepeden bakan, sonradan görme bir zümre var. Zaten partiyi bunlar yıprattı. Toplumun kılcal damarlarından kopmuşlar. Kibirliler. Mağdur olmaktan çıkıp mağrur hale gelmişler. “Biz İslamcı değiliz. Muhafazakar demokratız” derken neredeyse dinden uzaklaşıp, dine hakaret eder hale gelenler var. Hâlbuki din bu topraklarda insanları bir arada tutan en önemli yapıştırıcıdır. Bu çözüldüğü zaman toplum çatışmaya başlar.

Toplumsal merkezin hala yeni bir aktör çıkarma potansiyeli var mı?

Ben şimdiye kadar yapılmış seçimlere bakıp toplumsal merkezin aktör çıkaracağını düşünüyorum. Milliyetçi partiler hariç her partinin iktidar olma şansı vardır. Türkiye’de seçmen kitlesinin yüzde 60’ı yüzer, gezerdir. Kim onları kendi şemsiyesi altında toplayabilirse iktidar olabilir. Bu toplum dinamik ve sağduyulu bir toplumdur. Benim kanaatime göre kendi aktörünü ortaya çıkaracaktır. Umutluyum. Saadet Partisi bu alternatiflerden biridir ve kuvvetli olan biridir.


Gerçek Hayat / Suavi Kemal Yazgıç

Put ve Putçuluk Üzerine



Ümit Aktaş ile…'Put ve Putçuluk' Üzerine...

Put, putlaştırma veya putperestlik dendiğinde bugünün insanının zihninde geçmişe dönük bir tasavvur beliriyor gibi. Mesela ilk elden akla gelenler Lat, Menat, Uzza vb… Putperestliği ve altında yatan saikleri konuşmadan 'insan' üzerinde konuşalım diyoruz. İnsanın hangi arayış, anlayış ve yönelişine cevaben ortaya çıkmıştır 'putlaştırma veya putperestlik?


Putlara tapım ya da putçuluk, insanoğlunun menfi veya müspet iki eğilimine cevap vermekte veya oralardan neşet etmektedir. Müspet yön, putlara tapımın, aslında insanoğlunun Allah'ı arayışındaki bir güzergâh veya bir sapak oluşuyla alakalıdır. Yani bu, doğrudan doğruya insanın fıtratında bulunan bir tanrı arayışına ve ihtiyacına verilmiş olan bir yanlış cevaptır. Menfi yön ise, putlara tapımın, insanoğlunun özgürleşme korkusunu yansıtması, özgürleşmelerini ketlemesinin bir ifadesi olmasıdır. Çünkü özgürlüğün, hele hele Allah'tan yoksun bir özgürlük arayışının dipsizliği insanı ürkütmekte; ve bundan duyduğu korkular, insanları putlara sığınmaya sürüklemektedir.



Put denildiğinde sadece maddi varlıklar, tahta veya taştan yapılmış heykeller düşünülmesinin sebebi nedir sizce? Müslümanlar böyle bir anlayıştan masun mudurlar? Putçuluğun Müslüman toplumlarda görülen pratik sonuçları nelerdir?

Aslında heykellere ya da totemlere tapınılması putperestliğin en yalın ve masum halidir. Zira bu tutum bile, özünde daha deruni bir hâlin dışavurumudur. İslam dünyasındaki, başlangıçta putperestliğe karşı izlenen tevhidi bilinçlenme hususundaki hassasiyetin yitirilmesi sonucu, putperestlik başka semboller altında varlığını sürdürmüştür. Elbet buna da yol açan en önemli sapma, siyasal despotizm nedeniyle insanların özgürlüklerinin yok edilmesi ve siyasal liderlerin ilahlaştırıldığı bir anlayışa dönülmesidir. Zaten putperestlik, özünde siyasi, iktisadi veya dinî fetişler üreten baskı veya sapmaların bir sonucudur. Bugün İslam dünyasında, dünyanın bir çok ülkesinde bulunmadığı ölçüde bir siyasal despotizm ve buna bağlı olarak da siyasal veya dinî liderlere tapınma kültürü bulunmaktadır. İnsanlar ne yazık ki, tıpkı müşrikler gibi Allah'la aralarına aracılar koymakta ve hatta onlara tapınmakta; Allah'tan yardım dilemek yerine ölülere sığınmakta, büyücü ve falcılardan yardım dilenmektedirler.Bu durum özünde ruhsal bir sefaletin, özgürlük korkusunun ve gelişmemişliğin bir tezahürüdür.


Putçuluk ve putperestliğin her şart ve zamanda tanınabilmesini sağlayan evrensel bir tanım var mıdır? İlk dönem Müslümanlarının 'put, putçuluk' anlayışıyla kıyas ederek tanımlayacak olsanız neler söylersiniz?


Putçuluk, iptidai belirtisi olan şu heykellere, atalara, toplumsal starlara ya da liderlere tapınmasındaki tanınma kolaylığına karşı, aslında psikolojik ve sosyolojik kökenleri olan, teşhisi ve tedavisi oldukça zor bir ruhsal hastalıktır. İnsanların aşağılanmasına yol açan bu tutum, mazoşist ve özgüvenden yoksun kişilikler oluşturarak, bu kişilikler üzerinde kurulan sadist tahakkümler üzerinde kendi egemenliğini kurar. Fetişizm olarak tanımlanan bu tutum, her şeyden önce kendisine yabancılaşan insanlığın, sosyopolitik ve ekonomik olguların ya da kâinatın karmaşasının karşısında, kendisini küçülten bir yüceltici mekanizmalar ve semboller yaratarak, karşısında ezildiği bu somut simge ve olgularda vücut bulur. Müslümanlar ne yazık ki Kuran'ı dikkatle okumadıklarından, sorunu sadece bir heykellere tapma sorunu olarak algıladıklarından, aslında bunun da nedeni olan o bir yığın fetişist öğeyi görememekte, tabir caizse ezberlerinin kurbanı olmaktadırlar.


Putçuluk/ putperestliğin insana konu olan hemen her alana sızmasına yapısal hangi özelliği sebep oluyor?

Bu, insanın, aslında özgür ve sorumluluk sahibi olmasını sağlayan akleden bir varlık olmasının olumsuz bir sonucudur. Zira eğer akletme sorumluluğunu olumsuz bir biçimde kullanır ve özgürleşmekten de korkarsak, bu bizi çeşitli tezahürlerde ortaya çıkan bir putlar önünde boyun eğmeye götürür. İnsanlar ne yazık ki çoğu kez akletmeyi beceremediklerinden, birçok toplumsal olgu onlar için anlaşılamaz bir karmaşıklıkta görünmekte, Allah ile aralarına birçok aracılar girmektedir. Özellikle baskıcı bir terbiye içerisinde yetiştirilen bireylerin ruhsal gelişmemişliği ve özgüven yoksunlukları, ya da refah içerisinde şımarmış ruhların duyarsızlığı, onları bazı toplumsal otoritelerin gölgesine sığınmaya mecbur bırakmaktadır. Sorgulamaktan ve eleştiriden uzak bir kültürel atmosfer de bu durumu teşvik etmektedir.

Bugünkü 'putçuluk' anlayışı sizce hangi zemin üzerinde hareket ediyor?

Günümüzde elbet geçmişin o iptidai putları bulunmamakta ve bu, büyük ölçüde İslam'ın putperestliğe karşı verdiği mücadeleye dayanmaktadır. Ama günümüzün putları daha rafine, anlaşılmaz ve soyut simgelerde ifade olunmaktadır. Mesela siyasi liderlerin veya kimi dinî liderlerin putlaştırılması gibi. Özellikle İslam dünyasında görülen bu olgu, aslında Müslümanların özgürleşme kavramsallığından ne kadar uzak oluşunu da ortaya koymaktadır. Öte yandan kapitalizm ve endrüstriyalizmin oluşturduğu bazı piyasa mekanizmaları, sözgelimi para veya tekelci kuruluşların tahakkümü, fetişist karakterleriyle insanları kullaştırabilmektedir.


Putperestlik ifadesini nasıl karşılarsınız bilmiyorum ama putperestlik anlayışının dünü ile bugününü belirlemek açısından kullanarak şunu sormak istiyorum: putperestliğin dünü ile bugünü arasındaki fark nedir? Gerek siyasi gerekse sosyal alanda 'putperestlik' anlayışının bugünkü görünen yüzü nedir sizce?

Putperestlik bugün daha karmaşık ve soyut biçimlerde vücut buluyor. O nedenle de anlaşılması kadar, önlenmesi de daha güç. Sözgelimi Türkiye'deki bir yığın insan, hayatta olmalarını ve varlıklarını bir kurtarıcıya borçlu olduklarını düşünerek her fırsatta bu kurtarıcı önünde dinsel bir huşu ile tazimde bulunmaktadırlar. Pozitivist bir laikliğin maskesi altında, gerçekte dünyanın en zavallı zihniyetlerinden biri siyasi tahakkümünü sürdürmekte. Ama bu, elbetteki Müslüman halkın buna yatkın olmasıyla da alakalı bir tutumdur. Müslümanların da bir kısmı, Allah'a ibadet adı altında bazı diri-ölü şeyhlere ve liderlere ibadet etmekte, hatta onların kabirlerini bir tapınma merkezi haline getirmektedirler.

Putlaştırma veya put inancının Kur'anın hayata geçirilmesinde engelleyici ne gibi etkileri söz konusudur?

Putlaştırma aslında bir tür kutsalcılıkla tüm hayatımızı işgal ettiğinden ve dokunulması tabu olan yasaklarla doldurduğundan, en önemli etkisi, bizzat Kuran'ın okunma ve anlaşılmasındaki biçimsel kutsamaya dayanan engelleyiciliktir. İnsanlara birer formül olarak sunulan dini yaşama prosedürleri, dini yaşamayı biçimsel bir ödev haline dönüştürmüştür. Bu durumda insanlar kendilerini çevreleyen o kutsal idollerden kurtulup, kendi akıllarıyla iman ve ibadet etme özgürlüğüne dahi ulaşamamaktadırlar. Tabi bunu engelleyen profan-dindışı kutsalları da hesaba katarsak, meselenin vahameti daha da anlaşılır hale gelecektir.


Batı felsefesini inceleyen biri olarak batı zihnini bu konuda nasıl görüyorsunuz. Putçuluk, putlaştırma konusunda batı felsefesinin bakış açısı nedir?

Putçuluğun ortaya çıkarılması konusunda batı'da, özellikle Kilisenin İsa'yı tanrılaştırması nedeniyle geliştirilmiş olan, eleştirel bir bakış açısı bulunmaktadır. Bunun da ötesinde, özellikle Marks ve Freud'un fetişizm konusunda oldukça ilginç analizleri bulunmaktadır. Ancak her ikisinin de fetişizme karşı çıkayım derken Allah'ı da inkara yeltenmeleri, sonuçta insanların nihilist bir umutsuzluk içerisinde bırakılmasına yol açmıştır. Bu açıdan her ikisinin bakış açıları da içtenlikten yoksun olduğu gibi, Kilise'ye yönelik eleştirilerinin ateizmle sonuçlanması, insanları bu kez de dünyevi haz ve beklentileri putlaştırmaya sürüklemektedir. Ama en azından bu konularda kafa yormaları bile, hiç yorulmamasından daha önemlidir. Çünkü batı dünyasının büyük kesimi, dünyanın sömürüsü sonucu elde edilen maddi konforun oluşturduğu bir hazcılık içerisinde, düşünme ve akletme hassalarının oldukça uzağına savrulmuş bulunmaktadır. Batılı insan, konformist bir bireycilikle, günlük yaşama ilişkin doyumların birer bendesi haline gelmiş bulunmaktadır. Doğulu insanı siyasal veya dini liderlere sığınmaya götüren ekonomik sorunların çözülmüşlüğü, bu kez batılı insanı hedonist bir konformizm içerisinde yine akledemez bir pozisyona düşürmüştür. Dolayısıyla artık buradaki temel sorun, insanların tevhidî bir aydınlanmışlıkla Allah'a ulaşmasının ve doğrudan onunla muhatap olmasının oluşturacağı o kendine güvenli, umutlu, iyimser ve özgür şahsiyetlerinin ortaya çıkmasıdır. Bunun içinse Kuran daha dikkatli ve çağın koşulları içerisinde okunarak, putperestliğin salt putlara tapmaktan ibaret olmadığı, konformist bir hazcılığın da, kendisini putlara teslim etmenin o insan şahsiyetini alçaltan biçimi kadar alçaltıcı bir putperestlik oluşu yanında; Allah'a imanın özgürleştiriciliğinin de ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü günümüzde çoğu insan, cahillerin yol açtığı bir tepkisellikle, İslam karşıtlıklarını, yanlış bir biçimde İslam'ın ve Allah'a olan imanın insanın özgürleşimini engellediği savı üzerine kurmuş bulunmaktadırlar. Elbet bunun için özgürlükle serbestlik kavramlarının ayrıştırılması kadar, özgürlüğüm aslında sorumluluk sahibi olmakla koşut bir kavram olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

Son olarak da 'putperestliğin' ve 'putlaştırmanın' siyasi ve politik yönü üzerinde duralım istiyoruz. 'Putçuluk' anlayışı ideolojik ve siyasi anlayış olarak nasıl karşımıza çıkıyor?

Aslında Marks'ın ideoloji kavramını analizi, ideolojinin, insanları siyasal koşulları analiz edebilme kabiliyet ve görüsünden yoksunlaştıran bir mistifikasyona dayandığını ortaya koymaktadır. Nasıl para aslında insanların iktisadi üretimlerinin bir karşılığı iken, bu koşullardan soyut bir yüceltimin öznesi haline getirilmişse; bilimsel ve düşünsel analizlerle açığa çıkarılamayan siyasal ilişkiler de ideoloji görünümde topluma sunularak, bir kafa karışıklığına yol açılır ve olaylar daha bir anlaşılamaz hale getirilir. O zaman ise kendi kanları dökülerek elde edilen bir özgürlük ya da bağımsızlık bazı sözümona kahramanlara atfedilir; ya da aslında bir bağımlılık formasyonu bir bağımsızlık olarak topluma yutturulabilinir.



Kavim, renk, siyasi görüş, ekonomik sistem, bilim, moda, sanat etrafında da yukarıdan beri bahsettiğimiz 'putlaştırmaların' yaşandığına şahit olabiliyoruz. Bunlara karşı Müslüman zihnin duruşu ne olmalıdır?



Müslümanların her şeyden önce kelimenin tam anlamıyla iman etmeleri, tahkiki bir imana sahip olmaları ve "Ey iman edenler iman ediniz" kavli gereğince sürekli imanlarını yenilemeleri gerekmektedir. Zaten şayet Müslümanlar üzerinde düşünülmüş bir imana sahip olsalardı, içerisinde yaşadığımız o bir yığın gereksiz sorundan söz etmek mecburiyetinde kalmayacaktık. Bu meyanda en önemli sorumluluk aslında Müslümanlara aittir. Çünkü onlar yeterince olumlu bir örneklik teşkil edebilseler, komplekslerden uzak bir özgürleşme ve düşünme formasyonunu ortaya koyabilseler, zaten ilahi hakikatlere açık olan fıtratlarla kendiliğinden sağlıklı bir ilişki kurabilecek ve o insanları doğal bir biçimde aydınlatabileceklerdir. Sanırım karşıtlarımızı kötülemek yerine kendimizi sigaya çekmek, Müslümanlığı etik, estetik ve politik bir formasyonun bütünlüğü içerisinde ortaya koyabilmek, sağlıklı bir başlangıç için en doğru yol olsa gerek.

Teşekkür ederiz.
Röportaj: Muhammed Turan Çalışkan
(Nida Dergisi 132; Aralık sayısında yayınlanmıştır.)

Artık Müslüman terimine dönme vaktidir



Ümit Aktaş: Artık Müslüman terimine dönme vaktidir

İslamcılık aslında doğası icabı siyasal bir hareketti. Ama İslamcılar siyasallığı bir iktidar kavgası perspektifinde değerlendirmedikleri için, iktidar kavgalarının hep dışında kaldılar. Cumhuriyet sonrası yaşadıkları travmayı ise ancak 1960'lı yıllarda, o da, dünya konjonktürünün de desteklediği bir koşullar içerisinde atlatabildiler.

İslamcılık kavramı nasıl tanımlanabilir; neden böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyulmuştur?

—İslamcılık, İslami birlikçilik ve yenileşmeciliğin ifade edilmesi açısından, mevcut durumu olumsuzlayan ve bu olumsuzlama nedeniyle de mevcut terminolojiden kopma mecburiyete binaen ortaya çıkmış olan bir kavramlaştırmadır. Gerçi, bu terim, başlangıç itibariyle batı dünyasında Panislamizm, İslam dünyasında ise İttıhad-ı İslam olarak kullanılmıştır. İttıhad-ı İslam tabiri Afgani kadar yeni Osmanlı aydınları tarafından da hemen hemen aynı dönemlerde, 1860-1870’li yıllarda kullanılmıştır. Panislamizmin kullanılışı da aynı dönemlerdedir ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiştirler. Ama İslamcılık teriminin doğrudan bu haliyle kullanımı, aslında İttıhad-ı İslam idealinin zeminini yitirdiği bir dönemde, yani ulusçu akımların etkinlik kazanmaya başladığı II. Meşrutiyet sonrasında, bir anlamda İttıhad-ı İslam idealinin de ulusçu bir paradigmaya uyarlaştırılarak ve bu dönemin ruhuna da uygun bir biçimde ifade edilmesi amacıyla Türkçüler tarafından başlatılmıştır. Yani bu anlamda aslında olumsuz ve “İslamcıların” kastettiği mefhum açısından daraltıcı bir tanımlamadır. Bu tanımın kullanımını yaygınlaştıran ise, “İslamcıların” kendilerini ifade etmek için mevcut Müslümanlık kavramı açısından yeterli bulunmayan yeni bir İslam okumasını ve anlamını ifade etmedeki güçlükleridir. Yani Müslümanlıklarını daha kuvvetli bir şekilde vurgulamak için Müslümanlık teriminin dışına çıkmışlardır. Bir anlamda da bu, tüm toplumun Müslüman oluşu göz önünde tutulduğundan, bölücü ve hizipçi bir anlayışa ve siyasal bir parti yapısına, en azından o dönemde düşmemek için, belki de buna henüz mecbur olmadıkları, yeterli bir cesarete ve zihni hazırlığa sahip olmadıkları için ister istemez başvurulan bir tabirdi.

Abdülhamit dönemi İslamcılığı ile bugünkü İslamcılığın farklılıkları nelerdir?

— Abdülhamit dönemi İslamcılığının iki ekseni vardı. İktidar ekseni, yani Abdülhamit hilafetçi bir politika izlerken; ikinci eksen olan özellikle muhalif aydınlar ve âlimler ise, İslamcı bir muhalefet hareketi yürütmekteydiler. Sözgelimi Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı Hamdi, Mizancı Murat, İskilipli Atıf, Said Halim Paşa gibi. Elbetteki ister muhalif olsunlar isterse olmasınlar, o dönem İslamcıları, daha doğrusu İttıhad-ı İslamcılar, meseleye karşı daha çok batı karşıtlığı ve batı’ya karşı İslam’ı savunma perspektifinden bakmaktaydılar. Modernleşme karşısında bariz bir ikilem içerisindeydiler. Sözgelimi kadınların eğitimi, demokrasi, hilafet, mezhepçilik gibi. Bu nedenle bakış açıları çok da belirginleşmiş değildi. Zaten bir sınır ihlali hali içerisinde oldukları, yani kendiliklerinin dışına çıkarak yeni bir dünya kurmak istedikleri için, bazı şeylerin yerli yerine oturması, en azından bu aşama için mümkün değildi. Günümüzde meselenin bu biçimsel yönleri büyük ölçüde aşılmış durumdadır. Ama bu kez de geleneksel yapılardan kopulmasının yol açtığı ve yeni bir dünya kurma çabasının getirdiği belirsizlikler; biçimsel de olsa bir İslami birlikteliği sorunlu hale getirmiştir. Daha önce tarihsel ve toplumsal bir muhafazakârlığa kapanmış olan toplumların, bu biçimsel de olsa savunmacı yapıları kırılınca, bu kez arka planda kalan o hazırlıksız arkaik yapıların yeniden inşası gibi bir sorunsal, İslam dünyasında etkileri hâlâ sürmekte olan bir bunalıma neden olmuş, ya da zaten var olan bir bunalımı açığa çıkarmıştır.

İslamcılar neden Abdülhamit ile beraber hareket etmedi?

Abdülhamit iktidara gelince Anayasa ve Meclisi ortadan kaldırdı. Çevresine şeyhleri ve geleneksel bazı din adamlarını alarak hilafetçi bir ideoloji izlemeye çalıştı. Ancak hastalıklı bir iktidar korkusuyla uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle, muhalif aydınları batıcılığa veya İslamcı bir karşıtlığa doğru zorladı. Muhafazakâr bir modernleşme politikası izlediği için, neredeyse günümüzdeki tüm modern kurumlar, onun döneminde kuruldu. Ama medreseleri ihmal etti ve Mecelle’nin geliştirilme çalışmalarını akamete uğrattı. Hilafetçi politikaları da konjonktürel ve içtenlikten uzaktı. O imparatorluğu nasıl olursa olsun ayakta tutmaya çalışıyordu; oysa İslamcılar bu yapıyı değiştirmek, İslamileştirmek istiyorlardı. Bütün bunlar İslamcıları muhalif bir pozisyona sürükledi.

İttihat Terakki kadroları içerisinde yer alan İslamcıların talepleri ne idi?

— İslamcılar kendilerince bir İslamileşme çabası içerisinde oldukları için, müstebit bir anlayışa sahip olan Abdülhamit’e karşı muhalif hareket olan İttihatçıları desteklediler. Amaçları meşruti ve İslami bir yönetimin sağlanmasıydı. Ancak kendileri bağımsız bir iktidar nosyonuna sahip olmadıkları ve özellikle örgütlü bir askeri güce dayanmadıkları için, kendileri doğrudan bir iktidar mücadelesine girişmediler.

Daha sonraki dönemde ‘İslamcılar’ içerisinde başlayan Abdülhamit sempatisi nasıl izah edilebilir?

- Osmanlının son döneminde ortaya çıkan bütün politikalar konjonktüreldi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Hilafetçilik, Türkçülük ve hatta batıcılık gibi. İslamcılar da, süreç içerisinde İslamcılıktan Türkçülüğe evrilen İttihatçı politikalar karşısında düş kırıklığına uğradıkları gibi, özellikle bir art İttihatçı olan Mustafa Kemal ve ekibi tarafından da tamamıyla tasfiyeye uğradılar. O zaman ise tüm tepkilerini Mustafa Kemal’e yönelttiler; ona karşı ciddi bir siyasi hareket başlatamadıkları ve bir siyasi lider de çıkaramadıkları için, bir ölçüde de Kemalistler-İttihatçılar tarafından Kızıl Sultan ilan edilen Abdülhamit’i, -tamamı olmamakla birlikte- sembolik bir karşı siyasi figür –Ulu Hakan- olarak savunmaya başladılar.

Cumhuriyet İslamcılıkta nasıl bir kırılmaya yol açtı; şayet hilafet kaldırılmasaydı temel anlamda ne değişirdi?

— Cumhuriyetle birlikte İslamcılar, gerçekleşmesi için destek verdikleri bir politik değişim tarafından tasfiyeye uğratıldılar. İslamcılar bu anlamda iktidar ve siyaset üzerine ciddi analizlere sahip değildiler ve bu konuda klasik bir ulema pozisyonunda bulunmaktaydılar. Yani doğrudan siyasallaşmayı kendi ilmi hüviyetlerine ters bir temsil biçimi olarak görmekteydiler ve bu nosyon içerisinde yetişmemişlerdi. Bilindiği gibi Osmanlı sistemi içerisinde ulema daima ve özenle siyasetin dışında tutulmuştur. İktidar kavgası nosyonuna en uygun zemin olan askeri öğrenciler ise, verilen eğitime uygun olarak ya batıcı, ya da Türkçüydüler. Medreseler ve diğer geleneksel kurumlar ise büyük ölçüde yozlaşmış ya da yüzüstü bırakıldıklarından çökmüşlerdi. Cumhuriyet tarafından tasfiyeye uğratıldıklarında ise, iki önemli tipik davranış gösterdiler: Ya Mehmet Akif gibi negatif, ya da Said Nursi gibi pozitif bir protesto tavrı geliştirdiler. Şeyh Said’in isyanını, yani aktif biçimdeki bu tepkiyi ise, lokal bir mahiyet arzettiği için, bu genellik içerisinde mütalaa etmemekteyim. Yetiştirebildikleri en önemli liderlerin davranışları işte bunlardı. Mehmet Akif’in bu tavrı, aslında bu isimler içerisinde, köktenci bir İslamcılığı kendisi temsil ettiği için, daha sonraki İslamcılık hareketleri açısından ciddi bir kırılmaya ve geleneksizliğe yol açtı. Oysa Said Nursi, konjonktürel koşulları iyi okuyarak ve değerlendirerek, Anadolu’nun derinliklerine çekilerek oradan itibaren başlayan ve kendisinden sonraki hareketler için de bir örneklik teşkil eden, emek yoğunluklu bir “iman” mücadelesi başlattı. Elbet Kemalizm’in keskin ve katı laiklik politikası olmasaydı, bir çok sorun bu sertlikte yaşanmazdı. O zaman belki batıcılar ve İslamcılar meseleleri bu kadar derinlikli tartışmayacaklardı, ama Türkiye de, bugün olduğundan daha olumlu ve ileri bir toplumsallığı ortaya çıkarabilecekti. Hilafet ise, kaldırılmasa bile, ister istemez sembolik bir düzeyde varlığını sürdürecekti.

İslam’ın siyasallaşması, İslamcılık açısından nasıl bir değişmeye yol açtı?

İslamcılık aslında doğası icabı siyasal bir hareketti. Ama İslamcılar siyasallığı bir iktidar kavgası perspektifinde değerlendirmedikleri için, iktidar kavgalarının hep dışında kaldılar. Cumhuriyet sonrası yaşadıkları travmayı ise ancak 1960’lı yıllarda, o da, dünya konjonktürünün de desteklediği bir koşullar içerisinde atlatabildiler. İşte bu dönemde, artık bağımsız bir siyasi mücadele vermenin mecburiyet ve bilincine de ulaştıkları için, bir takım partileşme tecrübeleri nihayetinde, Milli Görüş çizgisinde siyasal bir geleneği başlatabildiler. Elbet bu oluşumu gereksiz gören geleneksel kesimler, daha başından itibaren siyasallaşmaya karşı mesafeli davranırken; yeterli görmeyen daha köktenci bazı akımlar, resmi siyasal zeminin dışında, sivil toplumsal alanlarda da farklı siyasal ve kültürel pratikleri ortaya koymaya çalıştılar. İttihad-ı İslamcıların biçimci birlikçi çabalarına karşı bu dönem İslamcıları, artık bilinçli cemaatsel oluşumların çoğullaştırdığı sivil bir İslami anlayışı etkinleştirmeye çalıştılar.

Türkiye’de İslamcılar yerine Müslümanlar demek daha doğru değil mi? Yüzde 90’ı Müslüman olan ülkemizde ‘İslamcılar’ nasıl bir sosyopolitiğe tekabül ediyor?

— İslamcılık terimi, toplumsallıktan farklılaşmaya çalışan bir İslamileşme çabasının, kendisini ifade edebilmesindeki bir mecburiyete ve zarurete mebni olan bir tanımlamaydı. Bu, toplumsallıktan kopmak istemeden farklılaşmaya çalışan bir ikircimi ifade etmekteydi. Ama tüm toplumsallık açısından artık belli bir eğilim olarak özelleştirilince, sanırım artık bu tür yapıntı bir terime sığınmanın da bir anlamı kalmamaktadır. Aslında bu terim, kendilerini Müslüman olarak tanımlamakla yükümlü olan bizler açısından oldukça sıkıntı veren, dahası İslam’ı salt siyasal bir fenomene indirgeyen bir tanımlama. O nedenle, artık Müslüman terimine geri dönmekte yarar var diye düşünmekteyim.

Küreselleşen bir dünyada cemaatçi İslamcılık anlayışı da bitmekte midir?

— Aslında küreselleşmenin sorununun cemaatlerden çok ulus devletlerle olduğunu düşünürsek, küresel bir dünyada cemaatlerin daha işlevselleştiğini bile söyleyebiliriz. Cemaatler belki devletler kadar donanımlı ve etkin güçlere sahip olmasalar bile, daha dirençli ve işlevsel yapılardır. Bence İslamcılık, bir süre yürüttüğü devletçi modellemelerden sonra, şimdilerde, aslında gelenekselliğe de uygun bir biçimde, cemaatçi oluşumları yenilemeye yönelmiş bulunmaktadır. Zira cemaatler iletişim açısından daha denetimli, kullanım ve hareket açısından daha işlevsel, bilinçsel ve eğitimsel oluşumlar açısından daha uygun ölçekte, daha hızlı ve akıcı, giderek karmaşıklaşan bir dünya karşısında oldukça farklı perspektifler oluşturmak için de daha uygun bir örgütlenme modelidir. Sonuçta bu yolla, bir cemaatler çoğulluğu içerisinde toplumsallık farklı perspektiflerden örgütlenmekte ve bu örgütsel çoğulculuğun harmonisi, sizi belli bir tanımlı dünyaya taşımaktadır. Bu çok cepheli aygıt, hilafetçilerin birlikçi projesi kadar devasa bir cesameti hedeflemese de, belirgin bir bilinçten yoksun bu cesametin çok da işe yaramadığı bu süreç içerisinde yaşanan deneyimlerle ortaya çıkmıştır.

Bir de projektörlerimizi geleceğe çevirecek olursak, son dönemlerde devlet içindeki kimi derin yapılar deşifre ediliyor? Bu deşifre ameliyesini nasıl okumalıyız?

— Aslında bunlar, kendisini idame ettirebilmek için haddinden fazla kire batmış olan bir sistemin, artık tıkanma noktasına geldikten sonra, bu çirkinliklerini artık gizleyememesi nedeniyle ortaya çıkan görüntüler. Dolayısıyla bunu bir deşifreden ziyade bir dökülme olarak görmek daha doğru olacaktır. Kuşkusuz ki hiçbir sistem salt bu tip gestapo tipi gizli cinayet örgütleriyle ayakta kalamaz. Bu tür gizli örgütlerin getirileri kadar maliyetleri de yüksektir. Oysa açık hegemonik örgütler, sözgelimi dini cemaatlerin iktidarların ayakta kalması üzerindeki destekleme maliyetleri çok daha düşüktür. Beri yandan, sözgelimi efsaneleştirilen Teşkilat-ı Mahsusa, İttihatçıların yirmi yıllık mücadelesi akabinde iktidara gelmelerinden sonra kurulmuş bir örgüttür. Oysa bu süreç içerisinde İttihatçılar, o günün imkânlarıyla, yurt içinde ve dışında, farklı dillerde yüzlerce gazete ve dergi yayınlamışlardır. Oysa biz, kendi ülkemizde ve meşru bir zeminde ve bugünün imkânlarıyla bir dergi çıkarmakta bile zorlanmaktayız. Sonuçta tüm bunlar bir davaya iman meselesidir.

Sosyopolitik olaylarda birtakım gizli etkenlerin rolü olmakla birlikte, hiçbir zaman toplumsal ve tarihsel olayların izahında bunlara başvurma veya bunları etken bir güç olarak görme eğiliminde olmadım. Sonuçta bunu bilimsel bir tavır olarak da görmemekteyim. Bu, sadece bu olayları anlamakta zorluk çeken veya kimi faktörleri gereğinden fazla abartarak menfi veya müspet bir manipülasyon amacı güden kimselere özgü bir yaklaşımdır. Mesela insanlar kayıp ya da gizli bir kıymetli metaın bulunması için bir kâhine başvurur ve bunun için ona belli bir meblağ ödeyerek, aslında o kâhini zenginleştirirler. Hiç düşünmezler ki, bu şahıs gerçekten böyle bir güce sahip ise neden benim üç kuruşuma tenezzül etmekte; neden kendisi doğrudan bu gizli hazinelere ulaşmamakta. Kısacası insanlardaki akletme yetersizliği ve bir takım çevrelere ilahi güçler atfetme eğilimi, onları kendi emekleri üzerinde düşünmekten ve bunları anlamaktan uzaklaştırmaktadır. Aslında bu bir tür fetişizmdir. Devlet de böylesi mizansenlerle kendisi etrafında bir efsane yaratmaya çalışmaktadır. Sonuçta bu hikâyelerin konuşulması bile bu mizansenin bir parçasıdır. İnsanlar geçmişte nasıl kendilerine çıkar sağlıyor diye bir takım putlara tapınmaktaydılarsa, bu günde aynı olgu farklı mizansenlerle sürdürülmektedir. Olguların anlaşılmaması için olaylar gizemli mecralara çekilmekte, bir başka tabirle mistifiye edilmektedir. Zaman zaman bazı put kırıcılar ortaya çıkıp putları temizlese de, insanların zihinleri gerçekten Allah’ı birlemedikçe, yani onun yaratıcılığına ve kâinattaki egemenliğine inanmadıkça, bir süre sonra başka bazı insanlar çıkıp sahneye bu kez başka putlar yerleştirecektir. Onun için olayları izah ederken bize düşen, Allah’a iman etmek ve aklımızı kullanmaktır; yoksa bilmediğimiz hususlarda gaybı taşlayarak etrafımızda bazı metafizik imgeler ve vehimler yaratmak değil. Çünkü işte o zaman, tam da tevhidi bir bilince ters bir anlatışa sapmış oluruz.

Vakti zamanında Alman imparatorundan müneccim isteyen Osmanlı padişahına imparator, gizli bir güç aramasına gerek olmadığını, en büyük yol göstericinin padişahın yanında olan Kuran olduğunu bildirmişti. Padişah buradan gereken dersi çıkarmış mıdır bilemem; ama insanlar, o Kuran’ın ayetlerinden bile bir takım esatiri anlamlar, gizemli güçler, efsunlar, müneccimlikler aramakta ve bulmaya çalışmakta. Çünkü aklımızı kullanmak ve hedeflerimize kendi emeğimizle ulaşmanın ahlaki bilincine maalesef sahip bulunmamaktayız. Bizim için en kutsal şey, kendi cehdimizle elde ettiğimiz şeylerdir; cihad da işte budur. Yoksa birilerini yerin dibine batırmak, başkalarını yüceltmek, tarihin en yalın olaylarında bile sözgelimi Yahudi parmağı aramak gibi eblehliklerle hiçbir şey izah edilemez. Toplumsal olayları izah etmedeki en kolay yol, bir takım efsaneler üretmektir; en zor şeyse cihad etmek; yanlış anlaşılmasın, savaştan söz etmiyorum, sadece inandığı hedefe ulaşmak için sabırla ve hedefinden hiç sapmaksızın mücadelesini, emeğini sürdürmektir. Yoksa bu tip efsanevi şeylerle, sadece kendi kendimizi kandırmış ve sorumluluklarımızdan kaçmış oluruz. Koskoca Arap dünyasını titreten İsrail’in, yani Yahudilerin, geçtiğimiz yıllarda Hizbullah’ın karşısında düştüğü durumu hiç kimse unutmasın ve elbet, Kuran’daki Davut (a.s.)’ın kıssasını da. 27/12/2008

27 Nisan 2009 Pazartesi

Nihal Atsiz Belgeseli

Nihal Atsiz Belgeseli



Hayatı ve Fikirleri

Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Atsız' ın ailesi, Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçioğulları, Midi Köyünde 18. asrın sonlarına doğru yakınındaki Edire köyünden göçmüşlerdir..

Çiftçioğulları ailesinin tesbit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmet Ağa'nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi'den, Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa'nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.

Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun' da kalmış ve makina önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir.

Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 - 1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon'lu ölüp ailesi Kadıoğulları namı ile marüfdür.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.

1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

Biyografi

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul Kadıköy'de doğdu.

İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye’ye yazıldı.

Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler

1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur.

Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yeralıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan ,Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır.

1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.

19 Eylül 1932' de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir.Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan'daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir.[kaynak belirtilmeli]

Memuriyet Zamanları

Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya'da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).

Atsız, Edirne'de iken Atsız Mecmuanın devamı mahiyetindeki Aylık Türkçü Dergisi olan Orhun (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9' u yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933’te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.

Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.

Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.

Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.

Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi' ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.

Atsız, Boğaziçi Lisesi'nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.

1944 Irkçılık-Turancılık Davası

Daha çok bilgi için: Irkçılık-Turancılık Davası

II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhunun Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir" diyen devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir açık mektup yayınlamıştır.

Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saraçoğlu'na hitaben ikinci açık mektubunu yayınlayarak Giritli Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel'i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır.

Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944 tarihinde Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiş, ama aynı zamanda Sadrettin Celal Antel de İstanbul Üniversitesi'denki görevinden bakanlık hizmetine alınmıştır.

Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, bu arada Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ankara Musiki Muallim Mektebi öğretmeni Sabahattin Ali'yi Atsız aleyhine hakaret davası açmaya teşvik etti. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edilmiştir.

Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır.

Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali' ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "milli tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir.

Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.

19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık Davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.

Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.

5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır)[kaynak belirtilmeli], 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.

Mahkeme Sonrası Fikirlerini Yayması

Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.

Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.

Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur.

4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi' nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi' ndeki görevine tayin edilmiştir.

31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.

Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.

Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep' e giderken bir işçinin kendisine "idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken in Nisan 1967'de yayınlanan 40, sayısından itibaren "Konuşmalar, 1" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu mitinglerinde perde arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız'a hiç bir suçlamada bulunulmamıştır.

Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış[kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.

Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.

Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötükenin sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i 15'er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.

Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "Cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir.

Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir.

Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın affını istemiştir.

Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir.

22 Ocak 1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan"[kaynak belirtilmeli] Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.

Ölümü

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş , 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.

13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip defnedilmiştir.

Nihal Atsız ve Irkçılık

Nihal Atsız Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanına yanıt olarak 1940 yılında yazdığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığında ırkçı olduğunu şu sözlerle belirtiyordu: Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için - Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum.[2]

Nihal Atsız 4 Mayıs 1941 tarihinde daha sonra sol görüşlü bir gazeteci olacak olan oğlu Yağmur Atsız'a hitaben bir "vasiyet" kaleme almıştır. II. Dünya Savaşı'nın yarattığı gergin ortamda yazılan bu metin özellikle Atsız'a yönelik "ırkçılık" suçlamalarının delili olarak kullanılmaktadır:

"Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!

Nihal Atsız
4 Mayıs 1941

Bu vasiyet aynı zamanda Atsız'ın deyimiyle Türk ırkçılığı ile Nazizm arasındaki farka da işaret etmektedir. Türk ırkçılığının Nazizm'den kaynak aldığını ileri süren anlayışa karşı yazdığı bir yazıda Atsız "Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığını"[3] söyler.

Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner'in kaleme aldığı ve Faris Erkman'ın imzasıyla yayınlanan 'En Büyük Tehlike' broşürüne karşı yazdığı yanıtta Atsız Türk ırkçılığının Alman yanlısı olmak anlamına gelmediğini vurgulayarak şöyle der: Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız."[4]

1952 yılında yazdığı bir makalesinde Türkçülük'ün iki bileşenini soyculuk ve Turancılık olarak tanımlayarak Soyculuk, aynı zamanda bir sağlık koruma meselesidir. Karışmak, daima, üstün olanın aleyhine olduğundan büyük meziyetler sahibi Türklerin, bu meziyetlerden yoksun soylarla karışmaları halinde ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı büyük meziyetleri kaybolmakta, onların yerini diğer soyların iptidai vasıflarından bazıları tutmaktadır[5] der. Başka bir makalesinde de Türkçülük'ün bileşenlerini ırkçılık ve Turancılık olarak tanımlar: "Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır."[6]

Irkçılık-Turancılık davası sırasında da ırkçı olduğunu kabul eden Atsız, kendisinin üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu iddia eden savcıya karşı şöyle diyordu: Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımahal benim baba tarafımdan bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez.[7] Irkçılık-Turancılık davasındaki savunmasını bitirirken şöyle diyordu: Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam, bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.[8] Aynı davada yargılanan Alparslan Türkeş de sorgusunda Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı telkinatta bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum demişti.[9]

Atsız'ın düşüncesinde sosyal-darvinizmin önemli bir yeri vardır. Biyolojik olarak güçlülerin hayatta kaldığını, zayıfların yok olduğunu söyleyen Atsız'a göre milletler arasında da aynı yasa hüküm sürüyordu. Ona göre: "Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır."[10] Bu yüzden ülkücülüğün aynı zamanda saldırgan olması gerektiğini savunan Atsız, aynı zamanda Kemalizm'in "yurtta barış, dünyada barış" politikasına da karşı çıkıyordu. 1944 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: "(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi." [11]

Yine Atsız'a göre ahlakın meydana gelmesinde en önemli neden soydu. Ona göre "bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilirdi".[12] Ona göre "Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri, artık bugün herkesin bildiği bilgiler haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde, Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler, Islav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir."[13] Türkçülere önerdiği "evlenecekleri kızın, sağlık ve soy durumlarına ve bu hususta aşka tutsak olmaya dikkat" etmeleriydi.[14] Türk ahlakı yüceltilmeli, "caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepâzeliği" kaldırılmalı ve tercüme yasalar yerine "millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar" yapılmalıdır[15]. Ayrıca Türklerin kurtuluşu ancak Türk topraklarının başka soylardan arındırılması ile mümkündü. 1952'de "Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız"[16] diyordu.

1934 yılında yazdığı bir makalede Türk milletinin Türk ırkı demek olduğunu şu sözlerle savunur: "Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir... Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir... Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder...Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil’in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yuğurulduğunu biliyor, seziyoruz."[17] Yine Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde yapılan bir yürüyüşü eleştiren kitapçığında sosyologların "Türk Milleti" tanımını eleştirerek şunları söyler: "Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale’yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı “Türk Milleti” (yani içinde kürdünden yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, “TÜRK IRKI” kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi... Ve öyle yaptık..."[18]

Yine Nazım Hikmet'e karşı yazdığı broşüründe "karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardir. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir" diyor ve Nazım Hikmet'in komünist olmasını Türk soyundan olmayışıyla ilişkilendirerek "ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir." diyordu [19]

Bununla birlikte daha sonraki yıllarda Atsız'ın düşüncesinde "Türkleşmiş olmak" mümkündür ve kabul edilebilecek bir durumdur. Ona göre "hemen hemen her soy, başka soylarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir süre sonra melezliği temizler. Fakat, bir soy durmadan başka soylarla karışmakta devam ederse, bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur."[20] Yani Türklerin başka soylarla karışması engellenmelidir. Bununla birlikte bu görüşlerinde zaman içinde bir yumuşama olduğu da düşünülebilir. Nitekim 1952 yılında Türk tarifini yaparken "Türk her şeyden önce, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek ender bazı istisnalar bir yana o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması gerektir"[21] derken 1969 yılında yazdığı bir yazıda Türk'ün tarifini şöyle yapıyordu: "Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur... Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka biri ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir." Dolayısıyla daha önceleri vasiyetinde "iç düşmanlar"[22] olarak tanımladığı farklı ırklardan gelmelerine karşın Mehmet Akif Ersoy ya da Yıldırım Beyazıt da Atsız'a göre Türk sayılmalıydı.


Eserleri

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. Ruh Adam 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. Ruh Adam 'ın devamı olarak Yalnız Adam 'ı yazacağını söylüyordu.[kaynak belirtilmeli] Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi.[kaynak belirtilmeli] Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri Yolların Sonu adı ile kitap halinde basılmıştır.

Romanları

* Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.
* Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.
* Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
* Deli Kurt, İstanbul 1958.
* Z Vitamini, İstanbul 1959.
* Ruh Adam, İstanbul 1972.

Öyküleri

* 'Dönüş', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, sayı.10 (1943)
* 'Şehidlerin duası', Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), Orhun, sayı.12 (1943)
* 'Erkek kız', Atsız Mecmua, sayı.4 (1931)
* 'İki Onbaşı, Galiçiya...1917...', Atsız Mecmua, sayı.6 (1931), Çınaraltı, sayı.67 (1942), Ötüken, sayı.30 (1966)
* 'Her çağın masalı: Boz oğlanla Sarı yılan', Ötüken, sayı.28 (1966)